Ülkemizin içinde bulunduğu bu sıkıntılı, stresli ve krizli ortamından biraz uzaklaşalım istiyorum. Çünkü, merak edip okuyanlar, düşünenler, aklını kullananlar, kafa yoranlar, sorgulayanlar; maalesef daha fazla ızdırap çekiyorlar. Ben de bu ızdırabı zaman zaman yaşıyorum. Onun için bu haftaki yazımı farklı bir konuya, 4 Ekim “Dünya Hayvanları Koruma Günü” dolayısıyla hayvanlara ayırdım.
Geçen hafta düğün vesilesiyle eşimle İzmir’deydik. Kimseye zahmet vermemek için Konak Öğretmenevi’nde kaldık. Çevresi değilse de yeri çok güzel; körfezi tepeden görüyor. Bahçesi de güzel; ağaçlar altında, kuş sesleri arasında kahvaltınızı yapıyor, yemeğinizi yiyor, çayınızı - kahvenizi içiyorsunuz. Ama bina çok yıpranmış: İyi bir tadilat ve bakım istiyor.
İlk günün sabahında kuşların bağrışmaları üzerine balkona çıktım. 7-8 tane farklı kuş, çam ağacına konmak istiyorlar, bir kara kargada onları önlemeye çalışıyor. Arada bir saldıracak gibi yapıyor, kalkıyor ve geri konuyor. Diğer kuşlar kaçar gibi yapıp uçuyorlar, tekrar geliyorlar. Böyle bir süre devam etti. Bu kuşları önce kırlangıç sandım, ama biraz büyüklerdi ve kuyrukları farklıydı. Güneş ışığı vurunca renkli olduklarını gördüm. Kendi kendime herhalde bunlar “papağan” dedim. Kahvaltıya inince, konuşmalardan papağan olduklarını öğrendim. Çoğalmışlar, 10 aile kadar olmuşlar. Anlatıldığına göre fuar alanında da varlarmış: Hatta sincap, köstebek gibi hayvanlar da artmış. Öğretmenevi bahçesinde 10’a yakın kedi vardı. Yemek yerken geliyorlar, vermenizi bekliyorlar. Hatta biraz küçük olan kediler, dizlerinize tırmanıyor. Zaman zaman bahçeye giren köpekler de gördüm, görevliler uzaklaştırıyordu.
Fırsatımız oldu: Uzun zamandır sadece telefonla görüştüğümüz akrabaları, dostları ziyaret ettik, sohbet ettik. Son günümüzü de bir akrabamızın yazlığında geçirdik. Orada da kedi ve köpek çoktu. Anlatılanlara göre; bazı yazlıkçılar -kışa doğru ayrılırken- besledikleri hayvanları götürmeyip sokağa bırakıyorlarmış. Akrabam: “Hayvanlar kışın -kimse olmadığı için- yiyecek bulamadıklarından birbirlerini yiyorlar” diyor. Hayvanları sokağa bırakma çoğaldı. Ankara’da da bunu rahatlıkla görebiliyorsunuz: Kızılay Güvenpark da bile dolu köpek geziyor. Ailelerin veya çocukların istekleri ile alınan kedi, köpek gibi ev hayvanları; heveslerin bitmesi ve bakımlarının zor olması sebebiyle bir süre sonra sokağa bırakılmaktadırlar.
Benim tavsiyem: Eğer ölünceye kadar bakacaksak veya bir başkasının korumasına verebileceksek eve hayvan alalım. Biraz sevip hevesimiz geçtikten sonra sokağa bırakmayalım, çünkü başka sorunlara sebep oluyorlar. Sağa-sola saldırdıklarını; kadınların, çocukların korktuklarını çok görüyoruz. Özellikle çocuklar psikolojik olarak etkileniyorlar. Diğer yandan ev hayvanları sokakta yaşayamıyorlar: Çünkü aç kalıyorlar. Hayvanlara yapılan eziyet, işkence, zulüm gibi davranışları da hoş karşılayamayız. Bu tür haberleri okudukça çok üzülüyoruz.
Eskiden de evlerimizde kedilerimiz, bahçelerimizde köpeklerimiz vardı, ama görevleri farklıydı. Evin içini kedi (pisik), dışını da köpek (it) koruyordu. Biz de onlarla beraber büyüdük ve sevdik. Kedilerimizin yakaladıkları farelerle (sıçanlarla) nasıl oynadıklarını çok seyrettim. 1960’lı yıllarda, genelde sokakta, tarlada, bağda, bahçede idik. Geceleri bile sokaklardaydık. “Bomba” isimli bir sokak köpeğimiz vardı. Gece sokağa çıkış saatimizde o da gelirdi. Köpekle birlikte sokaklarda dolaşır, köpeğimizi diğer köpeklerin üzerine saldırtır, biz de peşinden koşardık. Anadolu’da “it ayağı yemiş gibi ne geziyon?” derler: İşte aynen öyleydik.
Ortaokuldan sonra 1968 yılında Ankara’ya geldim: Liseyi Ankara’da okudum. 9-10 ay sonra yaz tatilinde Elbistan’a gidebildim. Eskiden beri evimizde yaşayan bir kedimiz vardı. Beni görünce sevindi, bunu bir şekilde belli ediyordu. Karşıma geçip miyavlıyor, mırıldanıyor veya ayaklarıma sürtünüyordu. Eskisi gibi gece yatağımın alt ucunda yattı. Zaman zaman kafasını kaldırıp bana baktığını görüyordum.
Nenemin (babaannemin) köyü Karaelbistan’a sık sık giderdim, orada görürdüm: Köylerde evin avlu kapısından insanlarla hayvanlar birlikte girer; insanlar kendi odalarına, hayvanlar ahırlarına giderlerdi. Evler kerpiçten olduğu için fareler de çok olurdu. Farelere karşı mecburen evlerde kediler bulundurulurdu. Avluda veya bahçede köpekler vardı. Dışarıda köpeklerle evde kedilerle oynardık; yer yatağında yatardık, kediler de yatağın ayak ucunda uyurdu. Bazı geceler tıkırtıya uyanır, “kulaklarımızı kemirmesin diye” fare kovalardık.
Hayvanları; doğayı birlikte yaşadığımız, paylaştığımız varlıklar olarak değil de; av hayvanı ise yenmek için, vahşi ise -zarar vermesin diye- öldürülmek için yaratılmışlar diye düşünürdük. O zaman anlayış öyleydi. Geçmişimizin tarım ve avcı toplumu olmasıyla da ilgili olabilir mi acaba? (Aslında insanlık tarihini okursanız, benzer olayları onlarda da görürsünüz.) Köylerde kendi mallarına (mal sözcüğü hayvanlar için kullanılır) daha fazla değer verirlerdi.
Diğer bir husus: Eski zaman çocukları; sanki hayvanlara karşı daha zalim, daha acımasızdılar. Biraz da büyüklerinden ne görüyorlarsa onu yapıyorlardı. Özellikle köyde hayvanlara yapılanları, verilen cezaları görürdüm. Hayvanların akıllarının olmadığını ve içgüdüleri ile hareket ettiklerini bile bile, suç işlemişler gibi büyükler tarafından ceza verilirdi. Ne kadar yanlış bir düşünceydi. Sanki diğer hayvanlar anlayacaklar da yapmayacaklar gibi!.. Medyaya haber olan ve köylerde yaşanan olayların da bu anlayıştan kaynaklandığını düşünüyorum. Bunu niye yazıyorum: Çocukluğumda yaşadığım ve hiç unutamadığım bir olaydan dolayı… Her kedi gördüğümde bu olayı -içimde acı duyarak- hatırlarım.
Öncelikle şunu belirtmek isterim: Erkek kediler acımasızdırlar. Yeni doğmuş kedi yavrularını boğar, öldürürler. Evimizdeki kedi doğum yaptığında -erkek kedinin giremeyeceği bir odaya- anne kediyi ve yavruları saklar, korumaya alırdık. 1965-1966 yılları idi, yine köye gitmiştim. Bir gün dayım; -konuyu tam hatırlayamıyorum- ya yeni doğmuş kedi yavrularına zarar verdiği için veya folluktaki yumurtaları kırıp yediği için bir erkek kediye çok kızmış ve ceza vermek istemiş. Kediyi yakalamış ve bir torbanın içine koymuş. Yaşıtım olan oğlu Hüseyin’i çağırdı: Ben de yanındayım. Torbayı eline verdi: “Torbaya bir taş bağlayın, götürün Cahan’a atın” dedi. (Halk Ceyhan Nehri’ne “Cahan” der) Hem şaşırdık hem de üzüldük. Ama mecburen söylediklerini yaptık. Benzerini başkaları da yapıyordu. Mesela: Evden uzaklaştırmak istedikleri kediye de, bıraktıkları uzak yerlerden tekrar tekrar eve dönmesi halinde…
Bir çocukluk hatıramı daha anlatarak yazımı bitireyim: Eniştemin bir arkadaşı dağa ava gittiğinde, kurt yavrusu buluyor. Kurt yavrusunu enişteme veriyor. Bizim evin avlusu geniş olduğundan, enişte yavruyu bize getirdi. Ağaçtan kafes gibi bir yuva yaptık, içine koyduk. Su veriyorduk, yemek götürüyorduk, yemiyordu. Elimizi ısırıyordu. Serbest de bırakamıyorduk, küçük olmasına rağmen saldırıyordu. Ne yaptıysak kendimize alıştıramadık, ehlileştiremedik. Bir hafta kadar dayanabildik. Baktık hayvan açlıktan ölecek, bulan avcıya geri gönderdik. Ne yaptı bilemiyorum! Sadece kaçtığı duyumunu almıştık.
Çocukluğumuzda, büyüklerimizden -eğitim amaçlı- hayvanlara nasıl davranacağımız hususunda bir şey görmedik. Bizler, belki onlarla büyüdüğümüzden sadece evimizdeki hayvanları sevdik. Hayvanlara olan bakış açısının, şimdi olumlu yönde değiştiğini görüyorum. Hayvanlara zarar verilmemesi, korunması yasayla düzenlense bile küçük yaşlardan itibaren çocuklara bu sevginin verilmesi gerekiyor.
Tabii ki her şeyin başı eğitim… Şimdi hayvanları daha çok seviyorum. Farkında değiliz ama, bizim en yakın dostlarımız bazen onlar oluyorlar.