Yard. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER hocayla yapılan röportajla ilgili “115 Soruda Türk Alimi İmam Matüridi” isimli kitaptan alıntılar yapmaya devam ediyorum.
Kur’an’a ismi giren peygamberler, Mezopotamya ve Arabistan yarımadası halkının tanıdıkları peygamberlerdir. Değişik bölgelerde, değişik zamanlarda, farklı milletlere gönderilen peygamberler, içinde bulundukları toplumun diliyle vahiy almışlardır. Kur’an’da bu konuya işaret olarak şu ayet yer alır: “Kendilerine açıkça anlatabilmesi için, her peygamberi kendi toplumunun dili ile gönderdik” (İbrahim suresi 4)
Her peygamber, içinde yaşadığı toplumun dili ile vahiy aldı. Bunun hikmeti dinin anlaşılması, yaşanması, uygulanması ve mahalli kültür ile uyum kazandırılmasıdır. İnsanın anlamadığı bir dil ile gönderilen mesajdan sorumlu tutulması beklenemez. Kur’an tercümelerinin de Kur’an sayılması, İslam dininin cihanşümul olma özelliğinin olmazsa olmaz gereğidir.
Kur’an’ın Arapça olmasının sebebi Peygamberimizin içinde bulunduğu Arap toplumunun anlaması, ders alması içindir. Arap olmayanlar ve Arapça bilmeyenler, Arapça dini metinlerin tercümesiyle haramı-helali, sorumlulukları öğreneceklerdir.
Hz. Muhammed (SAV)’den sonra, İslâm dinini anlama ve yorumlama konusunda bazı farklı ekoller (dini akımlar, anlayışlar) oluşmuştur. Bunların oluşmasında en başta, İslâm dininin düşünceye hürriyet tanıması, bazı dinlerde olduğu gibi din adına Tanrı tarafından görevlendirilmiş bir ruhban sınıfının bulunmayışı, tarihi, siyasi ve sosyal olaylardaki gelişmeler sayılabilir.
Dil, anlaşma aracı olarak toplumun kültürünün önemli bir parçasıdır. Dinin, şeriatın anlaşılabilmesi halkın diliyle anlatılmasıyla mümkündür. Dini sorumluluk ve şuurlanmada din dilinin, toplumun ana diliyle olması önemlidir.
Arapça bilmeyen yeni Müslümanlar için, Ebu Hanife’nin namazda kendi bildikleri dille yapılan ayet tercümeleriyle namaz kılabileceklerine dair fetvası açıklık kazanmaktadır. Ebu Hanife’nin takipçisi olan Matüridi de aynı anlayışı devam ettirmekte ve doğru olanın ve önemli olanın metnin anlamının doğru nakledilmesi gerektiği görüşündedir. Buradan herkesin kendi diline göre ibadet ve dua edebileceği sonucu çıkmaktadır. İbadet için Arapça şart değildir.
Ebu Hanife bu fetvayı, sağlam bir delile dayanarak vermiştir. Resulullah (SAV) hayatta iken farklı zaman ve mekânlarda gelen vahiyleri, asıl anlamını kaybetmeden, Arabistan’daki bütün lehçeleri kapsayacak biçimde okumalarına izin vermiştir. İlk İslâm Tarihi kaynaklarının verdiği bilgilere göre; Kur’an’ı, Kureyş lehçesine göre okuyamayacaklara, Hz.Peygamber kendi kabile lehçeleriyle okuyabileceklerini söylemiş ve onlar da kendi lehçeleri ile Kur’an’ı okumuşlardır. Hz. Peygamber’in verdiği bu izin Arapça’dan Arapça’ya tercümedir.
Ebu Hanife’nin, Hz. Peygamber’in uygulamasına dayanılarak verdiği fetvanın bir mecburiyet değil, bir ruhsat olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca herkes için bir ruhsat değil, mecburiyet, bilgisizlik, güçsüzlük hallerine dayalı bir ruhsattır.
İslâm dinini nakilcilikten kurtarıp ona aklı katmak suretiyle cihanşümul olma kapısını aralayan Matüridi, İslâm dinini anlamada, uygulamada sağladığı kolaylık yanında Türk kültürünü yaşatma yönünden de ihmali mümkün olmayan büyük bir bilgindir.
Matüridi, sonradan Müslüman olanların karşılaşacağı problemleri ve güçlükleri aklı kullanarak, kıyas ve içtihatlarla halletme yolunu açmıştır. Matüridi’nin yaşadığı çağ değişik kültürlerin ve dini inanışların çarpıştığı bir çağ idi. Arap kültürünü esas alan nakilcilere (ehl ül-Hadis’lere) karşı, kendi kültürlerine ve kültür değerlerine sadık kalarak yaşamak isteyen, Arap kökenli olmayan Müslümanlara kendilerini kaybetmeme yollarını göstermiştir.
Akla, ilme ve deneye önem veren Matüridi ve Ebu Hanife sevilmiş, Hoca Ahmet Yesevi ve O’nun dervişleri hem inanmayı, hem çalışmayı, hem insanı sevmeyi öğütlemiş, din bir kültür kırılmasına sebep olmayacak biçimde benimsetilmiştir. Kur’an’ı halkın anlayacağı dille (Türkçe) anlatan kişilerdir.
Dünyanın her bölgesinde hâlâ yeni Müslüman olan insanlar var. Kur’an okumayı hiç beceremeyen, bilmeyen yeni Müslümanlarla karşılaşıyoruz.
İlim öğrenmek, dua etmek, Allah’ı tesbih etmek, Allah’ın varlığını ve birliğini ikrar etmek, Kur’an okumak, tefekkür, tehlil, tekbir ve tahmid gibi fiiller ibadettir. İbadetler çok geniş bir alana yayılmıştır. İnsanlara iyi muamele etmek, misafir ağırlamak, anaya-babaya iyilik etmek, helal kazançlar elde edip kazancını helal işlere sarfetmek gibi fiiller de ibadetten sayılır. Bu ibadetlerin hepsi ibadet edeceklerin kendi dilleriyle yapılır.
Farklı bölgelere gelen ve ismi bilinmeyen peygamberler, içinde bulundukları topluma Arapça mı hitap etmişlerdir? Bu mantıken, ilmen ve adaleten mümkün değildir. Halkımızın arasında dolaşan Arapça’nın Allah dili, cennet dili, mukaddes dil… olduğu gibi anlayışlar yanlıştır.
Bütün Peygamberlere vahiy aynı dilden gelmediğine göre Arapça’nın mukaddes olma özelliği taşımadığı sonucu çıkar.
Zamanındaki bilginlerden farklı olarak Müslümanlığı, bir Arap kültürü ve kültürleşmesi olarak algılamamış, İslâm dininin Araplaştırma aracı olarak kullanılmasına karşı çıkmıştır. Ona göre Müslüman olmak için Arapça bilmek gerekmez. Önemli olan Allah’tan gelen vahyin anlamını bilmektir.
Taklitten kurtulmanın yolu, dinin ana ilkelerini gerçek din kaynaklarından veya gerçek din bilginlerinden öğrenmekten geçer.