Öncelikle bu efsane fotoğrafa konu olan hadiseyi kısaca anlatayım:
1 Mart 1977 İstanbul’da hava çok ama çok soğuktu. Bu sebeple okula giderken üzerimi çok sıkı giyinmiştim. Okula vardığımızda Adana yurdunda bir Ülküdaşımızın şehit olduğu haberi Ülkücülerin Kalesi olan, İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü'ne ulaşmıştı. Kim olduğunu dahi bilmediğimiz birinin cenazesini almaya gidecektik. Ne için gidiyorduk? Bizler Başbuğun dediği gibi "Ülkücü Ülkücünün öz kardeşi hükmünce gereğince kardeşimizi almaya gidecektik.
Okul başkanı hazırlanmamızı istedi. Okulun kapısında 9X9 yürüyüş kolunda toplandık. Kar yağışı ve sloganlar eşliğinde Hareme kadar yürüdük. Haremde arabalı vapura el koyduk. Bizi Sirkeci'ye götürmesini istedik. Oradan Gülhane'de bulunan Adli Tıptan Mustafa Erol kardeşimizin cenazesini aldık. O müthiş tipide kardeşimizin cenazesini Yusuf Paşa’ya kadar taşıdık…
Bu fotoğraf Yusuf Paşa’da çekilmiştir. Cenaze namazı Yusuf Paşa Camiinde kılınmıştı.
Her tarafım ıslanmıştı. Çok kalın giyinmeme rağmen donma tehlikesi geçirmiştim... Zor şer ve çeşitli sıkıntılar yaşayarak geri dönebilmiştik...
Üç dört yıl önce, bir konferans için ülkücülerin iki sivil toplum örgütünün ortaklaşa düzenlediği bir konferansa katılmak için gitmiştim. Salona varmadım çünkü zamana daha vardı. Konferans verecek kişiler ve bazı ileri gelen ülkücülerin oturduğu kısma geçtim. Sohbet edilmeye başlandı. Konferans verecek kişi ülkücü bir profesör yanında bulunan yardımcısı olan kişide emekli ülkücü bir albay. Konferans verecek olan hoca Ülkücülerin bu efsane fotoğrafından bahsedince; bu fotoğraf karesindeki 80-90 kişiden birisi de bendim dedim. O anki düşünceme göre oradaki ülküdaşlarımızın merak edilen ve önemsenen efsane fotoğrafın hikayesi hakkında en doğru şekilde bilgilendirmek istedim. Hemen kısaca anlatmaya başladım. Anlatırken, odada bulunanların hiç birinin dinlemediğini fark ettim. Ve benim anlatmayı bırakmamın da farkına bile varmadılar dinlemedikleri için. Odadan çıktım. Kızdım ve üzülmüştüm. Tepki olarak ben de onların konferansını dinlemeyerek tepki vermeyi içimden geçirdim ama sonra vaz geçtim.
Bu olaydan çıkardığım: Bizler efsaneleri çok severiz ve onlara aşığız. Ama efsaneyi yazanlara çok ta değer vermeyiz. Biz hayatımızın bütününe yakını vererek kutsal bildiğimiz davamız için çok destanlar yazılmasını sağladık. Ama gelinen nokta o ki; o destanlardan haberi olanlar destan kahramanlarından haberdar bile olmak bile istemiyor.
Bizlerden öncekiler, bizler, bizden sonrakiler, yani, Türk Milletinin dünya milletleri arasında layık olması gereken yerde olması için hayatını her yönü ile ortaya koyan bu dava ve ideal adamları 12 Eylül darbesi sonucunda devleti yönetenler tarafından düşman ilan edildiler. Askeri hükümetin Milli güvenlik Kurulunca bizler, yani bu vatanın, hiçbir devletin emri altına girmeden kendi başına güçlü bir milletin oluşturduğu güçlü bir devletin oluşması için her şeyini ortaya koyarak mücadele eden Ülkücüler, devlet için tehdit kabul edildi.
Milli Devlet, Güçlü Türkiye, montaj değil ağır sanayi, Fabrika yapan fabrikalar, Tarım Kentleri, İşçi fabrikaya ortak, Sermayenin Tahakkümüne son, kısaca Her Şeyi ile Milliyetçi Türkiye isteği ile yola çıkmış olan Ülkücülere ülke dar getirildi. Tehdit olarak kabul edilen Ülkücüler, öncelikle bu cennet vatanı insanlık ve hürriyet düşmanı Yahudi Karl Marks’ın müritliğine soyunmuş komünist ve her türlü sosyalizmin uşaklığını yapan beyni dışarının emrinde olduğu için; basını da arkalarına alarak, ülkemizi Kızıl Emperyalizme peyk yapmak isteyenlerin saldırılarına uğradı. En alçakça olan durum ise; Rusya, Çin, Yugoslavya, yani bütün komünist ve sosyalist ülkeler adına, hatta açlıktan yiyecek ekmek bulmakta zorlanan Arnavutluk adına hareket eden bu sapkın fikir sahipleri, utanmadan kendilerinin “Tam bağımsız Türkiye” taraftarlarını olduklarını iddia etmeleri ve Türkiye’nin başka devletlere uşaklık yapmasının önünde en büyük engel gördükleri Türk Milliyetçilerini “Faşist ve ABD Uşaklığı” ile suçlamalarıdır. Sosyolojik olarak bütün uşaklar herkesi de uşak olarak gördüklerini ilmi bir gerçek olduğunu ifade edelim.
Marksizm’in Uşakları, Türk Devletini yıkarak yerine, millet birliği olmayan, halkların oluşturduğu, Demir Perdeye bağlı bir Marksist devlet kurmak için, önlerine dikilerek “Hayır bu millet tarihin yetiştirdi en büyük milletlerin başında gelen millettir. Asla bir başka devletin emrine girmesine müsaade etmeyeceğimiz gibi; bu milletin maddi, manevi değerlerini de kimseye çiğnetmeyiz. Eğer sizin iddia ettiğiniz gibi dünyada tek bir devlet olacaksa bu da Türk Devleri olacaktır” diyenlere ve onların yakınlarına her türlü saldırıyı yaptılar. Şehit edildiler. Sakat bırakıldılar, dövüldüler, evlerine, mallarına zarar verildi. Çalışmalarına, okumalarına, kısaca yaşamalarına müsaade etmemek için her türlü yolları denediler. Vatan evlatlarının yıllardan beri oluk oluk akan kanlarına seyirci olanlar, 12 Eylül 1980 de bu kanın akışını durdurdular. Kan akışından, evlatlarının toprağa verilmesinden, sakat kalmasından ve hayatı yaşanmaz hale getiren olayların birden bire durması sorgulama yapmayan halk tarafından memnunlukla karşılanmıştı. Fakat Türk Milliyetçiliği ile uzaktan yakından alakası olanlar tutuklanmaya ve sorgulanmaya başlanınca gerçekler anlaşılmaya başladılar.
Sıkı yönetim ve darbe sonrası hukuka ve insanlığa sığmayan sorgulamalar yapıldı. Sorguya alınanlara Ecevit’in başbakanlığı döneminde geniş yetkilerle donattığı Pol-Derli Baş Komiserler: Dürüst Oktay, Zeki Kaman 1980 öncesi ülkücülere çok çeşitli işkenceler ve faili meçhuller yapılmasını sağlamışlardı. Bu iki işkenceci katil ve arkadaşları polisler 12 Eylülde cunta tarafından Mamak’ta ve Ülkücülerin oldukları bir çok hapishanede sorguya katıldılar. Bu insanlıktan çıkmış işkencecilere Mamak Askeri Hapishanesi Komutanı Raci Tetik ve Askeri Savcı Nurettin Soyer de eklendi. Mamak Askeri Hapishanesi Ülkücülere yapılan işkencelerin sembolü haline gelmişti. Ülkücülere bütün hapishanelerde, polis ve jandarma karakollarında işkenceler yapılmıştır. Mesela herkes Diyarbakır’da sol tutuklulara dışkı yedirilmesinden bahseder. Çünkü darbe öncesinde olduğu gibi darbe sonrasında da basının büyük bir kısmı solu koruyup kollamaya devam ediyordu. O sebeple basının haber yapması ile Diyarbakır’da dışkı yedirme hadisesi dünyada haber oldu. Halbuki 1991 yılında hapisten kısa izinli çıkarak Giresun’daki nişanlısının yanına gelen Erzincan 3. Ordu Askeri Hapishanesinde Borçka’lı Ülkücü koğuş başkanından dinlediğim işkenceler ve dışkı yedirme hadisesine ölümüne direnmelerini köşemizde kaleme almıştık. O hikayeyi dinledikten sonra işkencecilere binlerce lanet okumuştum.
Hapisten çıktıktan sonra Şehit Muhsin Başkan’a SOGEV’de yaptığım ziyarette bana kendisin ve arkadaşlarının maruz kaldıkları bir çok işkenceyi anlatmıştı. En son da “Hocam, öyle işkenceler gördük ki, inancımız ve terbiyemiz anlatmaya uygun değildir. İnsan tahayyülünün almadığı işkencelere maruz kaldık. Avrupa’dan hapishaneye heyetler bizim işkence gördüğümüzü bildiklerini ve gördüğünüz işkenceleri anlatırsanız belki size yardımcı olabiliriz sözlerine Devletimizi dünyaya şikayet etmeyi onursuzluk sayarak; hayır hapishanede bize işkence yapılmıyor dedik” diye bana anlatmıştı.
Beykoz Türk Ocağı Başkanlığım zamanında Ülkücülere yapılan işkenceleri konu alan bir konferans tertiplemiştik. Konferansa Mamak’ta, Adamada, Antep’te Kartal askeri ceza evlerinde işkenceye maruz kalanlar bu kadarı da olmaz denilecek çok şeyler anlattılar. Ama bizzat işkence gören bir kardeşimiz: “ İşkencesiz geçen 30 dakikamız bile olmamıştır” sözünden sonra elimde olmadan sözlere dökmekten haya ettiğim sayısız cümleler kurmuştum.
Ülkücüler, vatanı sevmenin bedelini, darağaçları, zindanlar, hastane köşeleri, kurşunlar, dayaklar, sürgünler, işten atılmalar, evlerine ve yakınlarına çeşitli saldırılar yani Rahmetli Türkeş Bey’in Mamak Zalimlerine haykırdığı “"Ancak istila ve işgal altındaki bir millet milliyetçilik yaptığı için suçlanabilir!.." sözü halen geçerliliğini koruyor. Türk Milliyetçiliğini ayaklar altına alanlara, Türklüğe düşman olanlara, hırsızlığa, arsızlığa, yolsuzluğa, adam kayırmaya, devletin varını yoğunu elden çıkarmaya kısacası vurguncu sisteme karlı çıktığımız için hainlikle suçlanıyoruz. En ağır geleni ise, kendilerini Ülkücü olarak konumlandıranların bu sisteme destek vermeleri yetmiyormuş gibi bizleri Ülkücülükten sapmakla suçlamalarıdır…
Bütün ülkücülere sormak istiyorum. Son genel seçimlerde Ülkücülerin oy potansiyeli iktidar olabilecek sayıda olduğunu gösterdiği halde; neden birilerinin iktidar için çalışırken kendimizin iktidarı için bir arada değiliz? Neden bir grup ille de AKP diğer grup ille de CHP desteklenmesi için yırtınıyor? Ülkenin kötü gidişatını beğenmeyip millete çok şeyler vaat ederek 22 yıllık tek başına ülkeyi yönetenler, 57 Hükmet iktidarının kötülediği ekonomik durumu arar hale getirmesine, ve ülkemizi büyük hukuksuz sığınmacı ülkesi haline getirmesine rağmen neden hale desteklenir?
İzlediği politikalarla bir türlü iktidar alternatifi olduğunu ispatlayamayan, ispatlayamadığı gibi milletin manevi ve kültür değerlerini iyi tahlil edemeyen kıdemli ana muhalefet partisi olan CHP’ye neden destek verilir?
Kısaca “BİZ, BİZ OLAMAYACAK MIYIZ”?
Bu vesile ile yazımın yazılmasına sebebiyet veren başta Mustafa Erol kardeşimiz olmak üzere, bu vatan ve bu millet için toprağa düşmüş olanlara Rabbim rahmet eylesin.
Yine bu vatan bu millet için canını hiçe sayarak mücadele ederken yaralanmış, sakat kalmış, zindana düşmüş kişilerden Hakka yürüyenlere Rabbim rahmet eylesin. Yaşayanlardan da Rabbim razı olsun.
Bu kutlu harekete zarar veren herkesin bu dünyası ve ahireti beter olsun inşallah.
Yusuf Paşa değil, Murat Paşa Camisi olacak sanırım.
O camiinin iki adı var. Hem Yusufpaşa Semtinden dolayı Yusufpaşa Camii, hem de Murat Paşa tarafından yaptıldığı için Murat Paşa Camii denir.