Bazı Türk Milliyetçileri, tatlı su sağcıların, siyasal İslamcıların etkisi altında kalmışlardır. Bu durumu sonraki yazılarımızda ele almayı düşünüyoruz.
Bazı Türk Milliyetçilerinin ise ülkeyi yönetenlere muhalifliği, Türk Milliyetçiliğinin değerlerini unutması noktasına getirdi. Bunların bazıları “Türkiye İslam’dır İslam kalacaktır. 1950'lerden itibaren Amerikancı-İslamcılık, Komünizmle Mücadele Dernekleri, Milli Türk Talebe Birliği, Aydınlar Ocağı, Nato, ABD ve 6. Filonun protestosu, tam bağımsız Türkiye aldatmacası ve Köy Enstitüleri konularındadır. Bu arkadaşlar, Marksist, Sosyalist ve solcuların propagandalarının etkisinde kalmışlardır. Yine bu arkadaşlarımız mahiyetini ve çalışma yöntemlerini bilmedikleri “Köy Enstitüleri” hakkında göklere çıkartma övgüsünün etkisi altında kalmışlardır. Bu konuyu inceleyecek yazımızı sonraya bırakarak 1968-1971 yılları uydurma Marksist ve sosyalist yalanlarını bu yazımızda ele aldık.
Cumhuriyet Türkiye’sinde diye başlayan bir değerlendirmeyi doğru bulmuyoruz. Her şeyden önce, Türk Tarihi 29 Ekim 1923 tarihi ile gökten inmiş hal değildir. İlk yazılı kaynaklar M.Ö. 3000 yılına kadar uzandığı Çin kaynaklarında geçtiği bilinmektedir. Kaldı ki, Türk Coğrafyasında ve Anadolu’da Türklere ait olduğu kesin olan kaya resimleri ile bu tarih 15.000-20.000 arasında olduğunu tarihçiler yazıyor. Biz 29 Ekim 1923 hiçbir zaman yeni devlet kurmadık. 23 Nisan 1920 de zaten cumhuriyet idaresini yansıtan TMM hükümeti ile biraz olsun devlet idaresinin nasıl olacağını uygulamalı olarak göstermiştik. 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu(Anayasa) ile de Cumhuriyet rejiminin şartları koymuştuk. Yani Resmi adı konulmayan cumhuriyet rejimi anlayışı esas olarak 23 Nisandan beri devam ederken 29 Ekim 1923 ise yeni bir devlet kurulmadı fiilen uygulanan rejimin adı konuldu. Kısaca, 23 Nisan 1920 de doğan çocuğun, 3 sene sonra adı kütüğe kaydedildi
Şimdi, Marksist ve Sosyalistlerin eleştirdiği ve bazı Türk milliyetçilerinin de etkilendiği Türkiye’nin ABD ve Batı’ya yaklaşmasının sebebine gelelim. İkinci dünya savaşının ortalarına doğru savaşın seyrine bakıldığında Almanya’nın kazanmasının zor göründüğü yıllarda Rusya Türkiye ile yapılan iyi komşuluk antlaşmalarını yenilemeyeceğini bildirdi. Saldırmazlık antlaşmasını teklifimizi de kabul etmedi. Savaşın sonunda doğru dünyanın en çok asker sayısı ve konveksiyonel silah bakımından en güçlü devleti oldu. ABD’nin nükleer ve donanma üstünlüğü vardı. Rusya bütün orta Avrupa ve doğu Avrupa’yı baştan sona çiğnedi. ABD, İngiltere, Fransa ancak Berlin’in bir kısmını 2000bin savaş uçağı ile kontrole alabildi. Rusya bu savaştan çok güçlü çıktı. Türkiye’den Karadeniz’de kıyısı olduğu için Boğazların yönetiminde hak sahibi olduğunu iddia etti. Kars, Ardahan ve Artvin de istedi.
2. Dünya Savaşından sonra, Türkiye’nin askeri bakımdan Rusya’yı durdurması mümkün değildi. ABD Avrupa’ya karışmayacağını söyleyerek Ülkesine döndü. Rusya bize bastırmaya çalıştı. Türkiye’den bazı yerleri zorla almak için batılı müttefiklerinin ağzını aradı. İngiltere Rusya’ya karşı çıktı. Rusya isteğinden vaz geçmedi. Türkiye’ye çullanmak ve gerekli yerleri alarak dünya devleti olmak istiyordu. Türkiye, Savaşın nükleer lideri olan ABD’ye heyetler yolladı. ABD’liler Türkiye’ye yüz vermediler. Türkiye Batılı Devletler safında savaşa girmediği için Türkiye’nin istediğine sıcak bakmadılar ama Rusya’nın da Türkiye’yi işgaline yeşil ışık yakmadılar. Türkiye’deki üretimin çok yetersiz kaldığı için halk açlık ve sefalet içindeydi. Devleti yönetenler yokluğun ve Sovyet korkusu etkisi ile batı ve ABD yardımlarına hemen evet dedi. Bu evetler esasında günbegün ayan olan Sovyet tehlikesine karşı kendisinin koruyabileceğine inandığı Kuzey Atlantik Birliğine kabul edilmeyişine son verebilir diye düşüncenin ürünüydü. Bunun için Kore’ye asker yollanıldı. Kore’de Türk Askerinin savaş ve kahramanlığının farkına varılarak Rusya’nın önünde set olması için NATO’ya alındı. Sovyet yayılmacılığının zirveye çıktığı anlarda bizi Sovyetlerden NATO güvencesi kurtardı. Bu çok net bir gerçektir. Hatta 1963 1964 Rumların Kıbrıs Türklerine yaptıkları katliamlar karşısında adaya müdahale etmek isteyen İnönü’ye ABD Başkanı Johnson meşhur bir uyarı mektubu yolladı. O mektupta “Eğer Kıbrıs’a Müdahale edersen Rusya’ya karşı seni korumam demişti ABD başkanı. İstiklal Savaşının meşhur Paşası Sovyet tehlikesini çok iyi bildiği için hiç ses edememişti. Çünkü, Rusya’nın Türkiye’den istekleri onun Cumhurbaşkanlığı döneminde olmuştu. Rusya ile iyi komşuluk anlaşması için yolladığı heyete Rusya olumlu cevap vermemişti. Bir taraftan Almanya tehlikesi, bir taraftan da Rusya tehlikesi vardı. Trakya’da yüzbinlerce asker Almanlara karşı, Karadeniz sahillerinde her yerde topçu mevzileri ve askerler Ruslara karşı vatanı müdafaa için bekliyorlardı. Hatta Alman Orduları Bulgaristan’dan Rusya’ya girdiğinde İnönü gece yarısı uyandırılarak Almanların Ruslara saldırdığı haberi verilince pijamasıyla odada sevincinden oynadığının kayıtları vardır. Çünkü aynı anda iki düşmandan da kurtulmak gibi bir şey olmuştu. Hatta Başbakan Şükrü Saraçoğlu Müttefiklere “Almanya’yı fazla hırpalamayın ki Rusya karşısında denge oluştursun” diyerek bir uyarı bile yapmıştı. Yani Türkiye’yi yönetenler Sovyet korkusunu her zaman hissetmişlerdir. Ve bu hissetme memleket adına güzel bir öngörü idi. Bunun yanında o devirde Rusya’ya şirin görünme adına 1944 yılında uyduruk bir Turancılık Davası bile icat edildi. Almanya’ya karşı politikalar bile Rusya’yı frenlemeye yetmedi. Rusya doymak bilmeyen azgın bir dev gibiydi….
Gayretlerin hepsi Sovyet Türkiye üzerindeki isteklerini engellemek içindi. Bunlar 2. Dünya Savaşının bitiminde hemen başlamıştı. 2. Dünya Savaşından ABD demokratik ülkeler içerisinde en güçlü olarak çıkmıştı. İngiltere, Fransa 2. Dünya Savaşından çok zayıflayarak çıkmıştı. Bu sebeple Türkiye yönünü Batı düşüncesi yönüne ve onun da en güçlü ve dünya lideri olan ABD’ye çevirmek zorunda kalmıştı. ABD’de yaptığı yardımların karşılığında bazı devlet ve özel teşebbüslerin kapatılmasını istemişti. Türkiye’yi bütünüyle kendine muhtaç hale getirerek kendisini vazgeçilmez yapmak istemişti. Türkiye buna mecburen uymasına rağmen Kuzey Atlantik Paktına yıllarca alınmadı. Rus tehditleri devam ettiği için dünyadaki bir çok ülkede komünizm rejimleri ihtilallerle kurulurken, demokrasi ile idare edilen ülkelerin hepsinde komünizmle mücadele çeşitli şekilleri yapılıyordu. Türkiye’de de birçok yerinde “Hürriyet, demokrasi, özgürlük, inanç, mülkiyet düşmanı totaliter bir yönetim şekli olan komünizmle ile mücadele etmek için dernekler kurulmuştu. Bu mücadele derneklerini kuranların veya yönetenlerinin kahir ekseriyeti çok değerli, tanınmış, Türk Aydını ve Türk Milliyetçileri idi.
Zamanımınız tatlı su solcuları, ağzını açtıklarında “1950 yıllarında Menderes zamanında Komünizmle Mücadele Dernekleri kuruldu, Milli Türk Talebe Birliği, Menderes ülkeyi ABD’nin dümen suyuna getirdi. 1960'larda gençliğin Atatürkçü kabarışı, 6. Filo'ya ve ABD askerlerine Türkiye'yi dar etti. 6 Şubat 1969'da antiemperyalist (Neden anti sosyalist değil?) gençler, Beyazıt’tan Taksim'e Emperyalizme(Neden komünizme değil) karşı Mustafa Kemal Yürüyüşü başlattı. En önde Türk Bayrağı vardı…” ve benzeri sözlerin alıcıları oldu tabi. Hatta ve hatta 1980 öncesindeki yaşadıklarını unutarak bu mavnalara inanan kendisini Türk Milliyetçisi konumunda konumlandıran zamanımızın 78 kuşağı bile var.
Komünizmle mücadele derneğinin kurulması 1948 yılında müracaatı yapılmış ve ilk şubesi Aralık 1956 yılında açılmış. O zamana kadar Rusya Avrupa’nın çoğunu demir pençesi altına almıştı. Ruslara karşı ayaklanan Macar Gençliği tanklarla çiğnenmiş demokratik ülkeler bu rejimin insanlık dışı yönetim anlayışıyla bu rejime karşı çıkıyorlardı. Çünkü rejim milyonlarca insanın kanını akıtmış ve insanı eşrefi mahlûkat değil de bir üretim makinesi olarak görüyordu. Sadece komünist partisinin üst yönetimin dediği dedikti. Bizim ülkemizde de bu insanlık dışı rejimi moda olarak görüp bu rejimi Türkiye’de kurmak için her alanda mücadele eden keyfi yerinde insanlar ve bunların da etkilediği fanatik fakir taraftarlar vardı. Türk Milleti Kurtuluş Harbinden beri Komünizmin ilk adı olan Bolşevikliğe karşı çıkmış. Mustafa Kemal partilerini kapatmış ve 21 Haziran 1935'te,
“Türkiye'de Bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Türk Hükümeti'nin ilk gayesi halka hürriyet ve saadet verme, askerlerimize olduğu kadar, sivil halkımıza da iyi bakmaktır.”
İsmet İnönü zamanında, birkaç Marksist hakkında kovuşturma yapılmış mahkemelerce tutuklananlara, hapiste olmalarına rağmen onlara eserler yazdırılarak maddi kazanç sağlamalarına yardımcı olmuşlardır. Bunun haricinde de komünist ve sosyalistlerin çoğu devlet kademelerinde kollanmaya başlanmıştı. İşte bu sebeple Atsız bu durumu protesto ederek devrin başbakanı bir mektupla önlem almaya davet etmişti. Basının birçoğu Atsız’ın aleyhine ve Marksistlerin lehine haberler yaptılar. Onları destekleyen birçok gazete ve dergilerde organize olabiliyor. Ve birbirleri ile dayanışma içerisinde olabiliyorlardı. İşte bu sebeple komünizm hareketlerin o ana kadar gemi azıya aldığı ve işçilerin bu yalancı söylemlerden etkilendiği Zonguldak’ta 1948 yılında kurulması için dilekçe verildi. Ama 1956 Aralığına kadar izin verilmedi. Bu tarihten sonra Türkiye'de sol merkezli görüşlere, sol hareketlere ve komünist düşüncelere karşı kurulmuş bir dernek hükmüyle hareket etti. Ve Türkiye’nin ileri gelen siyaset adamlarının hepsi hatta Cemal Gürsel bile bu derneğe üye olmuştur. Yani komünizmin yayılmasına engel olanlar hata mı ettiler? Ve yine Türkiye’nin Marksist rejime dönüşmesine karşı durmakla hata mı ettiler? Türk’ün amansız düşmanı olan Rusya’nın Türkiye’ye sosyalizm-Marksizm ihraç ederek kendi etki alanına alması için yapılan iç ve dış faaliyetlere izin vermemek için teşkilatlanarak dernek kuranlar yanlış mı yaptılar? Kısaca demokrasi ve insanlık düşmanı bir rejime karşı çıkmakla vatana karşı suç mu işlediler?
Milli Türk Talebe Birliğinin Kuruluşu çok eskiye dayanır. 1916 Yılında kurulmuştur. Değişik görüşlü hareketlerin yönettiği dönemleri mevcuttur. MTTB, 1936 yılına kadar daha çok Türk Ocakları ile birlikte hareket etti. 'Birlik' adında bir dergi çıkardı ve Turancılık çizgisinde yürüdü. Hatta MTTB'nin simgesi bu yıllarda bozkurt olarak değişmiştir. 'Vatandaş Türkçe Konuş', 'Hatay'ın Türkiye'ye İlhakı'', 'Çanakkale Şehitlerini Anmak' gibi eylemler de bu dönemde gerçekleşmiştir. Ancak Hatay halkına destek mitingi 'izinsiz' olduğu gerekçesi ile MTTB, 22 Kasım 1936'da kapatıldı. 5 Şubat 1946 yılında bir grup genç bir araya gelerek MTTB'yi tekrar Talebe Birliği adı altında kurmuştur. Daha sonra Bakanlar Kurulu kararı ile 1947 yılında Milli Türk Talebe Birliği adını tekrar almıştır.
Atatürk’ün ölümüne kadar hep Atatürk’ün yanında olmuş, Cumhuriyetin tanıtılmasında öncülük yapmıştır. Atatürk’ün vefatından sonra sola yakın olmuş ve bu yakınlık 1960 ihtilalinde zirve yapmış. Birçok Demokrat Partilinin idamını istemiştir. Kana ve cana çağrı yapan bu yapı 1965 yılına kadar devam etmiş. Ve sol 1965 yılına kadar Türk Talebe Birliğinden şikâyetçi değil. Neden? Çünkü kendi çocukları ve kendi düşünce sistemlerinin çocuklarıydılar. Ne zaman ki, demokrasi ve insanlık düşmanı Marksizm, komünizm karşıtları çoğunluğu, Türk Milliyetçilerinin önderliğinde bir araya gelerek birliğin yönetimini ele aldılar sosyalistlerin hep bir ağızdan borazan başı yaparak akla ziyan suçlamalara başladılar.
Türk-İş dâhil olmak üzere 113 STK ile birlikte 20 Mart 1966 tarihinde İstanbul'da "Komünizmi Tel'in ve Gafletten Uyanma Mitingi" düzenlendi.1967 yıllarında Türk Milliyetçileri siyasal İslamcılar ve o zaman çok güçlü olan Nurcuların desteği ile milliyetçilerden yönetimi aldılar. 1969 Seçimlerinde milliyetçiler siyasal İslamcılardan yönetimi almak istediler ama alamadılar. Kavgalar oldu. Kurulduğu yıldan beri MTTB'yi temsil eden "Bozkurt" resmi, 1975 yılında "Kitap" resmi ile değiştirilmiştir.
Türk Milliyetçileri kendi milliyetçi derneklerinde faaliyetler yaptılar. Bu birliğe 1973 Yılında CHP+MSP Koalisyonu sırasında Milli Türk Talebe Birliğine ehliyet verme yetkisi verildi. Ve bu yetki yıllarca devam etti. Yani sol ve solu koruyanlar birliktelik yaşadıkları siyasal islam ile zaman zaman aynı yağmurda ıslandılar. 1980 Darbesiyle kapatıldılar. Cağaloğlu’ndaki Halk Eğitim Merkezi yapıldı. Bu yer AKP iktidarı tarafından Milli Türk Talebe Birliğine verildi. İşte Milli Türk Talebe Birliği gerçeği de böyle...
AKP’ye kızan ve karşı olan bazı arkadaşlar, Adnan Menderes’in “Türkiye Müslüman bir devlettir ve Müslüman kalacaktır” sözünü ne hikmetse Amerikancılığa bağlıyor. Ve bu sözü yanlış buluyor. Türk Milleti tarih sahnesine çıktıktan beri tek tanrı inancına inanmış ve İslam’ın da tek tanrı inancı olduğunu fark edince bu dine ilgi duymuş. İslam’ı inceleyince kendi töre ve örflerine uygun bulmuştu. Fakat Emeviler’in İslam Dinini Araplarına milli dini olarak görerek Arap Olmayan Müslümanları hakir görmesi sonucunda İslam’a sıcak bakmamış ancak Abbasiler Zamanında İslam’a sıcak bakmaya başlamıştı. Türkler arasında İslam hızla yayılmaya başlamıştı. İlk Müslüman Türk Devleti İdil-Volga Bulgar Devleti oldu. Karahanlı Devleti onlardan sonra Müslüman Türk Devleti olmuştu. Bu tarihten sonra Türkler, İslam’ın en keskin, en güçlü ve en adaletli kılıcı olmuştur. İslam’ı hakim kılmak ve korumak için oluk oluk kanlarını akıtmışlardır. Avrupa ve bütün dünya, İslam deyince Türk; Türk deyince İslam anlamıyor muydu? Müslümanlığın hangi umdeleri yanlıştır da, bu yanlış inancın Türkiye’de olması da yanlış olsun. Türkiye Müslüman kalacaktır sözünün neresi yanlıştır?
Yine bazı arkadaşlar, ağzını açınca imam-hatip okullarına çatıyor. Öğrenciler imam olmayacaksa bu kadar imam hatip niye diye sorguluyorlar. İmam Hatip Okulları da bu milletin okullarıdır. İktidarın ille de imam hatip diye dayatması da çok yanlıştır. İmam hatip okulların lehine hareket etmesi de devlet anlayışına uygun değildir. Bu İmam Hatip okullarının yanlışları yok mudur? Vardır? Birileri bu okulları bizim arka bahçemizdir dediler mi dediler. Peki, Türk Vatandaşı, dinini diyanetini, okullardan değil de nereden öğrenecekti. Bu eğitim bir ihtiyaç değil mi? Evet ihtiyaç. Okulda öğrenmezse nerede öğrenecek? Tarikatlarda, ya da cemaat dediğimiz yapılarda öğrenecek? Yani, sade bir Türk Vatandaşı, benim evladım dinini diyanetini öğrensin ben öldüğümde arkamdan bir Yasin okusun isteği ile devletin okullarına çocuklarını göndermesi neden sakıncalı olsun? Sade vatandaş normal ortaokullarda ve liselerde bu eğitimi alabilecek durumda olsa birçok kişi evladını o okullara gönderecek elbette. Ortaokullarımızda, liselerimizde evlatlarımızın aldıkları eğitim her yönü ile tam mı? Türk Milletine ve Türk vatanına en kuvvetli bağlarla bağlayan eğitim mi veriliyor? Vatan sevgisi vb manevi değerler eksiz mi veriliyor? Evlatlarımız, bu okullarda giyim, kuşam, hal ve hareketleri ile ben Türk Milletinin temsilcisi olacağım görüntüsünü eksiksiz verebiliyor mu? Kısaca 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda bizden istenen ve hedeflenen insan tipini yetiştirebiliyor muyuz? Neden gençlerin gözleri hep dışarıda? Eğitim kime hizmet ediyor? Dünyanın modern ülkelerinde bile dini eğitime ağırlık veren okulları çokçadır. Ama oralardaki devletler ve sosyalistler bu dini eğitim veren okullara arasında ayarım yapmaz. Esas sorgulanması gerek çok daha önemli meseleler dururken solun kuruldukları günden beri hazzetmedikleri İmam Hatip Okullarını baş hedeflerine oturttular. Aslında onların hedefi İmam hatip okulları da değil. İmam hatip okulları ve orada görevli olanların hataları ve onları kullanmaya çalışan siyasal İslamcıların hataları var tabi. Onlarla çok ta ilgilenen yok gibi. Çünkü, niyet ve anlayış başka. Onlar, Marksizmin “Din afyondur” hükmüyle hareket ettikleri için imam hatip okullarına saldırıyorlar. Demokrasi ve özgürlük anlayışlına uygun olmayan bu sorgulama samimi ve sade Müslümanların üzülmelerine ve bu üzülmeler daha sonra siyasal islama kayma noktalarına kadar varıyor. 1973 Seçimlerinde siyasal İslam 48 vekil almıştı. Türk Milleti, siyasal İslamcıları izlemiş beklediğini bulamamış 1977 seçimlerinde vekil sayıları 24 kadar düşmüştü. 1980 İhtilali ile gelen cuntanın başı Evren’in yanlış Kuran söylemleri, başörtü düşmanlığı, hoca çocuğu olduğu beyanıyla İslam’a uygun olmayan söylemlerle ahkâm kesmesi sade vatandaşları bile üzmüş ve tepkisini çekmiştir. Bu sebeple siyasal İslam’ın ekmeğine yağ sürülmüş oldu. Darbe anlayışının getirdiği % 10 barajını aşabilmek için 1991 seçimlerine Refah+IDP+MHP yani siyasal islam, yarı milliyetçi yarı siyasal islam ve milliyetçi bir parti, siyasal İslamcı partinin listesinden ittifakla seçime girdiler. Bu ittifak siyasal islami bir güç olarak ortaya çıkartmış oldu. 1995 Seçimlerinde ise tek başına en çok oy alan parti oldu. Ama millet o partiye şüphe ile baktı o sebeple tek başına iktidar yapmadı. Askerler 28 Şubat darbesi ile gereksiz ve haddinden fazla İslam’a ve Müslümanlara saldırması sonucunda yine İslam’ın değerlerine sahip çıkan ve bu saldırının hesabını onlar sorar diye MHP’ye yüklendi. Ama onun ortak olduğu iktidarda da gereksiz ve haddinden fazla Müslümanlara sataşıldığında MHP’nin buna tepki vermemesi üzerine mağduriyetleri büyük bir ustalıkla oynayan “Biz milli görüş gömleğimizi çıkarttık” diyen parti AKP’ye görülmemiş bir oranda yüklendi. AKP’nin de boş olduğunu anlamaya başladığında CHP ve solun Cumhuriyet Mitingleri, Kaç kişiyiz mitingleri, e-muhtıra, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde işi yokuşa sürme, Hacca gidenlere Araplara para kazandırmaya mı gidiyorsunuz sözleri, AKP’den yüz çevirenleri tekrar geri döndürdü. Çünkü bu millet kendi mağduriyetlerini unutur ama bir başkasının mağduriyetine tahammül edemez. Hatta, bunlar mağduriyet oyunu oynayıp oynamadığını kontrol dahi etmeden tam destek verir. İktidar olan AKP’de bu desteği çeşitli yönlendirmelerle tam 22 yıldır devam ettiriyor. Demokratik ülkelerde bir eşine daha rastlanılmayan bu sürecin devamını sağlan en büyük ve en belirleyici etken ise muhalefet ve muhaliflerin dizayn edilmesidir…
Yine, sol propagandasının etkisinde kalan bazı arkadaşlar, Aydınlar Ocağını ABD’nin gizli savunucusu olarak suçlamaktadır. Türk Milliyetçilerinin önde gelen kişilerinin aktif olduğu bir yapıdır. 1970 Yılında kurulmuştur. Kuruluşu, solun ve Marksizm’in çok azgın hale geldiği 1969 yıllarında düzenlenen Milliyetçiler İlmi Semineri ne dayanır. Bu seminere Kültür Ocağı, Milliyetçiler Derneği, Muallimler Birliği ve Aydınlar Kulübü üyeleri katılmıştı. Derneğin kuruluşu bu seminerde kararlaştırıldı ve Aydınlar Ocağı 14 Mayıs 1970 tarihinde İstanbul’da faaliyetlerine başladı. Dernek kendisini Batı emperyalizmi ve Batılılaşmaya karşı olarak görmektedir. Materyalist anlayışın aksine Türk-İslam görüşünü savunmaktadırlar ve devletçilerdir. Dernek, ülke gündemine göre, çeşitli konular üzerinde seminerler düzenleyip yayınlar yaparak Türk Milletini hem uyarmaya hem de bilgilendirmeye çalışmaktadır. Yani Aydınlar Ocağı bu suçlamayı hak etmemektedir.
Geçmişi çok erken unutan Türk Milliyetçileri ve hatta kendini ülkücü konumda tanıdan kişiler bile 1919 Sivas Kongresinden sonra Türkiye’de başlayan sosyalist hareketlerin tespitini doğru dürüst yapamamaktadır. Veya iktidar kızgınlığı ile siyasal islama muhaliftir diye sol hareketlerden övgüyle bahsetmektedirler. Marksizme-Komünizme –Sosyalizme esas karşı çıkan Türk Milliyetçileri olduğu halde 1940 dan 1980’e kadar solla Necip Fazılı, Fethullah Gülen’i, Kadir Mısıroğlu’nu hedef tahtasına oturtuyorlar. Neden onlarda solun karşısındaymış. O devirlerde, dünya üzerinde uygulanan bütün Marksist ve sosyalist sistemlere bakıldığında bu insanlık dışı rejimine karşı çıkmak aklın ve insan olmanın gereği idi. Şimdi yukarıdaki kişiler birkaç kere insan olmanın gereğini yaptıysa Türk Milliyetçilerin başının tacı mı oldu? Elbette hayır. Bu konuda daha fazla yazmanın lüzumsuz olduğuna inanıyorum.
Gelelim bazı ülkücülerin bile en yakın geçmişlerini unutma pahasına ABD’nin 6 Filo’nun taşlanması ve ABD Askerlerinin denize atılmasını milli bir vatan müdafaası gibi görme garipliğini ele alalaım.Bir ülkücü: 1960'larda gençliğin “milliyetçi” ve “Atatürkçü” kabarışı, 6. Filo'ya ve ABD askerlerine Türkiye'yi dar etti. İstanbul, İzmir ve Trabzon'da şiddetlenen 6. Filo karşıtı eylemler, Temmuz 1968'de zirveye çıktı. Urfa, Maraş ve Antep'in ruhu adeta bir “Yeniden Kuvayı Milliyeci” ruh ile canlandı.1969'da antiemperyalist gençler, Beyazıt’tan Taksim'e “Emperyalizme Karşı Mustafa Kemal Yürüyüşü” başlattı. En önde Türk Bayrağı, arkada ise şu pankartlar vardı: “Geldikleri gibi gidecekler”, “Emperyalizm ve yerli uşaklarına karşıyız”, “Öleceğiz, Atatürk'ün yolundan dönmeyeceğiz”,. Dolmabahçe'de yakalanan ABD askerleri yaka paça denize atıldı gibi yazılar yazdığına bile şahit olduk.
Türkiye’de sol hareketler, çok kapsamlı bir şekilde 1919 başlamış, 961 Anayasa verdiği hürriyet havasıyla TİP’in, diğer sicilli Marksistlerin yardımı ve İnönü’nün Ortanın Solu siyasal anlayışıyla Marksistler çok büyük çapta örgütlenmiş ve devletin çeşitli üniversitelerinde bile illegal eylemler yapabiliyorlardı. Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (TDGF) ya da daha yaygın ismiyle DEV-GENÇ (Devrimci Gençlik), 1965'in sonlarında kurulan Fikir Kulüpleri Federasyonu içerisinde yer alan öğrenciler tarafından dönemin özgünlüğünde kimi fikirsel ve mücadele pratiğine dair ayrılıklar üzerine kurulan, üniversiteli sosyalist gençlik örgütlenmesidir.
9-10 Ekim 1969'da toplanan Fikir Kulüpleri Federasyonu Olağanüstü Kurultayı'nda, federasyonun tüzüğüyle birlikte adı da değiştirildi ve "Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu" yani Dev-Genç olarak bilinen, örgütlenme oluşturuldu. Bu örgütlenmenin yeni tüzüğünün 2. maddesinde "Dev-Genç emperyalizme ve feodal kalıntılara karşı verilen halkımızın devrim mücadelesinde sosyalist gençliğin düşünce ve eyleminin geliştirilmesi amacıyla kurulmuştur. ... Federasyona bağlı dernekler sosyalizm bilimini eylem kılavuzu edinen üyelerden oluşur." ifadeleri yer aldı. Daha sonra DEV-GENC’in içinden THKP/C, THKO ve TKP/ ML gibi, Türkiye'nin altını üstüne getiren birçok örgütler çıktı.
Türkiye’yi komünist yapmak için Filistin-Bekaa da aldıkları silahlı eğitimden sonra kendi ifadeleriyle “kır gerillası” ve “şehir gerillası” olarak Türkiye’de çok büyük eylemlere imza atmışlardır. Uçak kaçırmaktan, yabancı ülke görevlilerini kaçırma, banka soyma, Jandarma Genel Komutanını ve Emir Subayı Yarbayı kaçırmaya teşebbüs üzerine çıkan çatışmada onları yaralamak, Ülkücü gençler, Ruhi Kılıçkıran(l968), Mustafa Bilgi (1969), Mustafa Kahraman (1969), Süleyman Özmen (1970), Dursun Önkuzu (1970), Yusuf İmamoğlu (1970), Ümit Beyazçavdar (1971) şehit etmek, Boğaziçi Vapuruna batırmak, Kültür Sarayını yakmak, Beyazıt Kulesine orak çekiçli bayrak asmak, üniversiteleri işgal etmek gibi büyük eylemler yapmışlardır.
En önemli olanlardan birisi de 15-16 Haziran 1970 de işçileri organize ederek daha çok İstanbul ve büyük şehirde olmak üzere bütün Türkiye’nin birçok ilinde fabrikalar işgal edilerek bir sosyalist ayaklanmanın provası yapıldı. Yine bu Dev-Genç’in üyelerinden bazıları Yön Dergisin de etkisiyle bir sol ihtilal hazırlıklarına giriştiler. Ünlü Marksist- sosyalist yazarların ve bir çok subayın da içinde olduğu bir ihtilal hareketi 9 Martta bu ekibin içinde olan Mahir Kaynak tarafından deşifre edildiği için darbe önlenmiş oldu.
Bu dönemlerde sosyalist Uğur Mumcu bile Deniz Gezmiş, Mahir Çayan vb. hakkında: “Solun başvuracağı tek yöntem yasal çizgiler, anayasal çerçevelerdir. Barışçı yollarla oluşmalıdır. Adam öldüren, cinayet işleyen solculuk; hainlik, katillik ve halk düşmanlığıdır! Bunun adı solculuk mu? Yoksul erlerin üstüne kurşun yağdıran, banka soyan eşkıyalık mıdır solculuk? Böyleyse yerin dibine batsın böyle solculuk...” demiştir.
Türkiye’deki komünist, marksist, sosyalist, beynelminel solcular, Maocusu, Ruscusu, Titocusu, Enver Hocacısı, Guevaracısı, Castrocusu, Ho Şi Minhcisi yani hepsi Türkiye’de silahlı mücadele vererek işçi diktatörlüğü ( Bu işçi diktatörlüğü adı işçileri kandırmak içindir. Yoksa hiçbir komünist ülkede işçiler ülkeyi yönetmedi.) kurarak ülkede rejim değişikliği yapmak için büyük gayret ettiler. Türkiye’de 1919 dan 1975’li yıllara kadar komünist ve Marksistler Sovyet taraftarı idiler. Daha sonra küçük bir kesim Mao taraftarı olmuştur. SSCB taraftarlarının ideolojilerine göre dünyada tek devlet olacak. Bu tek devleti Rusya oluşturacak. Bu sebeple, her komünist veya sosyalist ülke Rusya’ya tabi olmalarına inanıyorlardı. Bu sebeple Rusya’nın dünyayı egemenliği altına almasına karşı çıkan devletlere karşı çıkıyorlardı. Bunların en başında ABD, Kanada ve Batı Devletleriydi. SSCB’nin önündeki engel devlere emperyalist, ABD ve Batı insanlarına kapitalist, milliyetçilere de faşist diyorlardı. Ve bütün komünist ve sosyalistlerin de aynı suçlamayı yapmalarını istiyorlardı. Ayrıca, zamanımıza kadar Tam Bağımsız Türkiye söylemleri de ağızlarında sakız olarak zamanımıza kadar gelmişti. Bunu gündemde tutmalarının tek amacı SSCB ve Uyduları ve onlara karşı kurulan NATO ittifakından çıkılmasının isteğidir. Türkiye’nin de NATO’dan çıkmasını istiyorlardı. Neden? Türkiye, daha kolay lokma olabilsin diye. Dünya kara parçasının o zaman neredeyse ¼ ünü işgal eden bu kızıl emperyalist SSCB Devleti propagandasında ise halklara özgürlük vaat ediyordu. Hâlbuki, o zamanlar demir perdenin içinde tuttuğu çok çeşitli devletler ve milletler vardı. Sovyetlerin inim inim inlettiği bu esir devletlerden birçoğu da Türk Devletleriydi. Bunlar; şimdi bağımsız olan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Azerbaycan ve halen de esaret altında tutulan Tataristan, Başkurdistan, Çuvaşistan, Saha (Yakutistan), Tuva, Hakasya ve Altay sözde Cumhuriyetleriydi. Türkiye Marksistleri bu durumu bilmelerine rağmen millete özgürlük, barış, adalet, eşitlik, işçi cenneti diye Rusya ve peyklerinin yönetimini övüyordu. Bu rejimi Türkiye’de kurarak Rusya’ya bağlanmak için Türk Milletini silahlı mücadele ile halk ihtilali yapmaya davet ediyorlardı. Halbuki 1968 Yaz aylarında demokrasi için ayağa kalkan Çekoslovakya’daki üniversite gençliği Sovyet tankları ile ezildiği zaman da aynı zamanda olmasına rağmen onu bir türlü görmek istemiyorlardı. Bizim Marksist ve sosyalistlerin tek amacı Türkiye’yi sosyalist yapıp SSCB bağlamak istiyorlardı.
TİP, DEV-GENÇ ve diğer Marksist ve sosyalistler işte bu sebeple SSCB’nin yanında olmayan herkese karşı çıkıyorlardı. Karşı çıktıklarının en başında ise dünyanın en güçlü devleti olan ABD olduğu için baş hedef olarak seçilmişti. Dünya hâkimiyeti ABD-Rusya mücadelesine göre şekil alıyordu. Bu mücadele her iki taraflı büyük yarışma halini almıştı. Bir tarafta Rusya’nın emrindeki komünist ve sosyalist rejimlerle idare edilen devlet blokun olduğu demir perde ülkeleri vardı. Diğer tarafta ABD’nin başını çektiği demokrasi ile idare edilen liberal devletlerin oluşturduğu Kuzey Atlantik Paktı(NATO) bloku vardı. Türkiye de Rusya’nın tehditlerine karşı mecburen NATO ya katılmak zorunda kalmıştı. İşte o meşhur 6. Filoyu protesto edilmesi, Amerikan askerlerinin denize atılması ve NATO’ya hayır mitinglerinin tek sebebi komünizm, sosyalizme karşı olan bu NATO ve üye devletlerine karşı çıkmaktı. Bir de, Rusya’nın esaret altına aldığı devletler ve milletleri görmemezlikten gelerek ABD’nin Vietnam’a müdahale etmesi bizim Marksistleri( onlar kendilerini gizlemek için devrimci diyorlardı) çok kızdırmıştı. O aralar 6. Filonun İstanbul’a gelmesi onları çileden çıkartmıştı. Yani 6. Filoyu ve ABD Askerlerine yapılanlar, Türkiye adına değil de Rusya hesabına hareket edilerek yapılmıştır. Marksistler ve sosyalistler hiçbir zaman kahrolsun SSCB demedi ve diyemedi.
O zamanlar İstanbul Ülkü Ocakları Başkanı olan Osman Bahadır ve yönetim kurulu üyesi Hayrettin Kalay’ın ifadelerine göre; Sosyalistlere şu teklif yapıldı: Hem ABD, hem Rusya hem de Çin’i protesto eden eylemler yapalım. Alınan cevap “Emperyalizmin yerli uşaklarıyla ortak hareket etmeyiz” cevabı olmuştu. Yani bazılarının salladıkları gibi o olaylara milliyetçiler, sosyalistlerle birlikte hareket etmemişlerdir. Çünkü, Marksistlerin Türkiye adına değil de Rusya adına hareket ettikleri için destek vermemişlerdir. Türk Milliyetçileri protestolarını o zaman ve sonrasında da “Ne Amerika ne Rusya ne de Çin; Her şey Türk’e göre Türk Tarafından Türk için” anlayışıyla hareket etmişlerdir.
1969 da Ülkü Ocakları Genel Merkez Yönetim Kurulu üyelerinden ve ülkücü hareketin önde gelen kişilerinden birisi olan Recep Ali Küçük Bey o günleri kısaca şöyle değerlendiriyor. “Türkiye Marksist, yıkıcı ve bölücü eylemlerle çalkalanıyordu. 6. Filo İstanbul’a gelmişti. Türk Milliyetçileri, buna Türk Milleti adına karşı çıkıyordu. Bu sebeple 6. Filo, ABD ve Batıya emperyalizmine karşı bir sert bir bildiri hazırlamaya koyulduk. Ülkü Ocakları MHP Genel Merkezinde en alt katta faaliyetlerini yürütüyordu. Bildirilerimizi Sadi Somuncuoğlu(Çünkü, Türkeş Bey, MHP ve Ülkü Ocakları bildirilerinin yazım kontrollerini için Sadi Somuncuoğlu’nu görevlendirmişti) kontrol ettikten sonra teksir makinesinde çoğaltarak Ankara’nın her yanında dağıtırdık. O gün ABD, 6. Filo ve NATO ile ilgili bir bildiri dağıtmaya karar vermiştik. Sadi Bey o gün yoktu. Biz alelacele bildiriyi hazırladık. Teksir makinesinde çoğaltarak hazır hale getirmiştik. O bildiride 6. Filo, ABD, Batı ve NATO’ya demediğimizi bırakmamıştı. Rahmetli Başbuğ geldi. Her gelişinde mutlaka ilk defa bize uğrar halimizi hatırımızı sorar sonra makamına çıkardı. O gün de ilk bize uğradı. Hareketli durumu ve hazırlıklarımızı fark edince…
-Merhaba evlatlarım kolay gelsin. Ne yapıyorsunuz dedi?
-ABD ve 6.Filoyu protesto bildirisi hazırladık onu dağıtacağız efendim dedik. Bir tane bildiriyi alıp makamına çıktı. 30 Dakika sonra bizi yukarı çağırdı. Gittik.
-Evladım Sadi Bey bu bildiriyi görmedi mi diye sordu.
-Efendim, Sadi Bey yoktu. Biz de acil olduğu için kendimiz metni bu şekilde hazırladık dedik.
-Evladım, ABD’ye, 6. Filo’ya ve Emperyalizme çok güzel söylediniz. Ama NOTO için söyledikleriniz ülkemizin yararına değil. NATO, bizimde içinde olduğumuz çok önemli bir ittifaktır. Evet bazı yanlışları elbette vardır ama Türkiye’nin menfaatleri ve durumu bu ittifakta kalmayı gerektiriyor. NATO ile ilgili menfi tespitleri değiştirin" dedi. Değerli okuyucular bir Türk Milliyetçisi olarak elbette NATO’ya âşık değiliz. Ama NATO bizi hem Rusya’dan hem ABD ve hem de NATO’dan korumuştur.
Yazımızın sonuna doğru yaklaştığımızda, bazı Türk Milliyetçilerinin ABD ve 6.Filo’yu protesto edenlerin önde Türk Bayrağı ile yürüyen Atatürkçü gençler olduğunun ifade edilmesi en hafif ifadeyle tespit edersek yakın geçmişi bilmemektir deriz. Çünkü o protestocuların içerisinde işin esasının farkına varamayan elli yüz Atatürkçü gençler olabilir. Ama hâkim zihniyetin Atatürk’ü ve Türk Bayrağını sevmediği kesindir. Atatürk’e burjuva devrimcisi diyen bir anlayışın sahipleridirler. 1 Mayıs 1978'de yine Taksim Meydanı'nda geniş katılımlı işçi bayramı kutlaması düzenlendi. Alanda dünyanın bütün komünist, Marksist, sosyalist liderlerinin resimleri, çeşitli kızıl bayraklar olmasına rağmen o zamanın basınında yazıldığına göre bir tane Türk Bayrağı ve bir tane Atatürk posteri yoktu. Bu anmaya o zamanın iktidar partisi olan CHP’nin 20 tane vekili de katılmıştı. Ve onlar da taşımamıştı. Gazeteler, 1 Mayısta olay olmadı çok şükür diye başlık atmışlardı. Tercüman Gazetesindeki köşesinde Rauf Tamer ise : “İktidar Partisi CHP’den 20 vekilin de katıldığı bu Taksim Mitinginde, çok büyük ve çok kötü olaylar oldu. Türk Devleti yok sayıldı. Türkiye Cumhuriyetinde kutlanan bir işçi bayramında dünyanın bütün katillerinin resmi var ama Atatürk’ün yok. Dünyanın en çirkin paçavraları alanda var ama bir tane Şanlı Türk Bayrağı yok” demiştir. Kısaca Türkiye’de kendilerini gizlemek için devrimci kimliğinde gizlenen Komünistler, Marksistler, Sosyalistler, Atatürk’ü kamuflaj olarak kullanmışlardır. Gezmiş ve Arkadaşlarının, Samsundan başlattıkları yürüyüşün başlangıcında 0 ellerinde olan bir Türk Bayrağı ve Atatürk posterini havzaya doğru Gezmişin emriyle hatta zorla kaldırıp atılmıştır. Çünkü Marksizm ve Sosyalizm Türk Bayrağını ve Atatürk’ü düşman bilmiştir.
Sonuç olarak ifade etmeliyim ki; Türk Milliyetçileri geçmiş ve geleceği iyi tahlil edemeyip geçmişe ve geleceğe başkasının gözlüğü ile bakarlarsa artık Türk Milliyetçiliği çerçevesi dışında kalmış demektir.