29 Ekim 1923'te ilan edilen Cumhuriyet Anadolu’da fiili olarak 23 Nisan 1920 tarihinde başlayan idare ve hükümet yönetim şeklinin konmamış adının Türk Vatandaşlarına, dünyaya resmen ilanıdır. Yani 29 Ekim 1923 Tarihi, fiilen uygulan, var olan ve herkesçe bilinen ama çeşitli sebeplerle adı konulmayan bir sistemin adının törenle kütüğe işlenmesinin tarihidir. Yani devletin fiili olarak yönetim şekli olan cumhuriyet anlayışının bütün halka açıkça ve kanunla ilan edilmesidir. Hepimize kutlu olsun.
Cumhuriyetin ilanına başka başka mana çıkaranlar bir çok insanlar vardır. Hatta bu anlayışa sahip olan bir çok akademisyenlerin olduğuna da üzülerek şahit olmaktayız. Bir çok kişi, normal vatandaş olsıun, ilim sahibi insan olsun, akademisyen olsun hepsi olayları ve işleri inandığı fikir gruplarının ve ya ideolojilerinin toplu bakışı ile bakıyor ve değerlendiriyor. Bu bakış sahibi insanlar, reel veya akademik bakışı ihanet olarak görme gafletine düştükleri çoktur.
En üzücü olan durum ise, Türk Milliyetçiliğinin süzülmüş ve en halis hali olan Ülkücüler bile bu yanılgıya düştüklerine rastlamaktır. 29 Ekim 1923 Tarihinde cumhuriyetin ilanı tarihi ile ilgili Milletimizde ve hatta Türk Tarihine hayati önem veren Türk Milliyetçileri bile bu yanılgıya düşmeleri çok acı verici bir durumdur. Bu sebeple son zamanlarda azımsanamayacak sayıda Türk Milliyetçisi, Türk Tarihini bir bütün olarak kabul etmeyen insanların yoğun propaganda ve söylemlerinin etkisi ile dünyaya şan ve şeref vermiş Türk Milletinin Tarihini ideoloji bezirganlarının görüş anlayışı ile izah etmeye başlamışlardır. Türk Birliğini istemeyen art niyetli kişiler, gruplar, siyasi teşekküller, sözüm ona STK vb. yapılar Türklerin kurdukları muhteşem devletleri bir birine rakip gibi gösterenler, birliğimize büyük ölçüde zarar vermektedirler. Yapılan bu kasıtlı hareketlere en çok ta Türk Milliyetçilerinin alet olmaması gerektiğine canı gönülden inanıyoruz. Çünkü Türk Milliyetçileri Türkiye Cumhuriyetinin ve bütün dünya Türklüğünün en güvenilir garantisidir.
Türk tarihini bilmeyen veya Türk Tarihi düşmanları bazen kendilerinin bile inanmadıkları iddiaları dile getirmekten zevk alıyorlar.
Neymiş efendim? 29 Ekimde yeni bir devlet kurulmuşmuş. Bu devletin adı da Türkiye’dir. Bu kafasını kumlara gömmüş nakilcilere sormak lazım. Haydi 23 Nisan 1920 kurulan sistemi tanımıyorsunuz. Peki; 1 Kasım 1922 de saltanat kaldırılmıştı. Yani Osmanlı Sülesinin yönettiği devlet kaldırılmıştı. Yeni devlet te 29 Ekim 1923 de ilan edildiğine göre. Bizim topraklarımızda Türk devleti yok muydu? Ancak devletlerin yapabilecekleri işleri kim yaptı? Bütün dünya devletleri ile müzakere eden, çeşitli antalaşmalar yaparak bunlara imza atanlar hangi yetkli ve neyi temsilen imza attılar? Kesin olarak bilinen bir hadise var ki yani yeni devlet kurulmuyor. Bir devlet var. Hükümet var ve adı Büyük Millet Meclisi Hükümetidir. Mevcut olan bir devletin anayasasına bir cümle ilave edilerek yönetim şeklinin cumhuriyet olduğu belirtiliyor. Yani Mevcut Anayasanın 1. Maddeye var olan Hakimiyet bila kayda şart milletindir cümlesine, "Türkiye Devletinin şekli hükümeti cumhuriyettir" eklenerek ilan ediliyor. Var olan devletin adı da Türkiyedir. Yani yeni kurulan bir devlet yoktur. Var olan devlete idare şekli belirleniyor. Yani devamlılık kabul edilmiş...
Bu sakat anlayışa göre; 29 Ekimde kurulduğunu iddia ettikleri Türkiye devletin bir önceki Osmanlı sülalesinin yönettiği devletin devamı olmadığı gibi alakası da yokmuş. Bu sebeple onlara göre; Türkiye Devletin kuruluş yıllarından 1950 yıllarına kadar yapılan her iş, ama her iş en doğru olandır. 1950 yılından sonra ise gelen yöneticiler Bülent Ecevit hariç tutulmak üzere hiç bir işi başaramışlardır. Başarmaları da mümkünb değildir. Cumhuriyet rejiminden önceki Türk Osmanlı sülalesinin yönettiği devlet Fatih, Yavuz, Kanuni dönemi hariç yapılan bütün işler yanlıştır. Ama, bazen hızlarını alamayıp bu ayırdıkları üç sultana da bir çok kulp takmaya saldırmaya çalışırlar. Mesela, Fatih kardeş katlini kanunlaştırmış vicdansız ve acımasız birisidir. Türk olan Çandarlı’yı astırmış onun yerine devşirmeleri getirmiş. Fatihle devşirme sadrazamlar devrini başlatmış. Yavuz Mısırdan Eşari mezhebi itikatine mensup dini kişileri getirtmiş. Yavuz’a kadar akılcılığı ön plana almış olan Maturiti itikati mezhebi mensubu insanlar devlet kademesinden uzaklaştırılmış. Eşari mezhebi inancı kişiler devlet yönetiminde aktif olmuşlar. Bu kişiler kaderciliği ön planda tuttukları için, ülkedeki ilmi gelişmelerin önünde bir engel olmuşlarmış. Türklerde Arap hayranlığı başlamış ve hakim olmuş. Türkler her yerde dışlanmaya başlanmış! Kanuni ise, bir Rus Kadının dolduruşuna gelmiş; oğlu Mustafa’yı boğdurmuş. Fatih Sultan Mehmet dahil olmak üzere padişahların çoğunun annesi Türk değil gibi abuk sabuk ve cahilane laflar ve hüküm cümlesi kurmaktan çekinmemişler. Hatta, onlara göre, bu görüşte olmayanlar, katıksız cumhuriyet ve Atatürk düşmanıdırlar.
Yani görüldüğü gibi bu art niyetli insanlar, Türk tarihini bilmeyen insanları çok kolayca etkileyip gönüllü destekçisi durumuna getirmektedirler. İşte bu sebeple, Türk Düşmanlarının sıklıkla, bıkmadan dile getirdikleri bu durum; tarihi gerçeklerimize uymadığı gibi; Türkün devlet yapısının geleneğinin bilinmediğinin açık ve net ifadesidir. Yani zır cahilliktir.
Bir başka grup ise, bambaşka bir abuk sabuk anlayışın içindedir. Bu gruba göre: Türklerin kurdukları tek devlet vardır. Onun da adı Osmanlı İmparatorluğudur. Osmanlının hiçbir padişahı ve devlet adamları hata yapmamıştır. Hatadan ve günahtan aridirler. Osmanlı döneminde yapılan her şey muhteşemdir. O Allah’ın hükümleri ile idare edilen ve zerre miskal hukuksuz ve haksız iş yapmayan uhrevi bir devletti. Onu önce Jon Türkler, İttihat ve Terakki zayıflattı. Sonra da Mustafa Kemal ve arkadaşları çok ta ciddi olmadığı halde afaki çatışmaların olduğu ve adına “Kurtuluş Savaşı” dedikleri olayı bahane ederek mükemmel bir yönetici olan Vahdettin’in tahtını elinden alarak Osmanlı İmparatorluğuna son vermişlerdir. Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında Muhteşem Osmanlı İmparatorluğunun son Şeyhülislamları din ve İslam düşmanı olduklarına dair fetva verdiler. Bu sebeple hem bu fetvalar, hem de İslami yönetimin zirve yaptığı Osmanlı Devletine son vererek Türkiye Cumhuriyetini kuranlar İslam düşmanıdır ve onların yaptıkları her iş kötüdür. Bu yüzden ilan ettikleri Cumhuriyet İslam dışıdır ve bu sebeple Türkiye de ülke olarak darülharp hükmündedir. Evet maalesef bu iddiaları bir çok kişi hatta bazı sözüm ona akademisyenler bile utanmadan, sıkılmadan telaffuz etmekten çekinmemişlerdir. Bu abuk sabuk anlayışı şimdilik bir kenara bırakalım ve gerçek bilim adamlarına görüşlerini inceleyelim.
Bu konuda, söz sahibi olan akademisyen tarihçilerimiz diyor ki:
“Osmanlılar Selçukluların, Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlının devamıdır” Türk milletinin tarih boyunca büyük felaketlerle baş başa kaldığını ama bu felaketlerden yine Türk Evlatlarının önderliğinde kurtulmuştur.
Büyük Taarruz’a gelen süreçte bizim dedelerimiz büyük bir ümitsizlik içine girmişlerdir. Fakat o ümitsizlik kısa süre içerisinde hal oldu. 100 yıl önce bu topraklarda Milli Mücadele zaferle sonuçlandı. Bu topraklar 1085 yılından itibaren Türkiye’dir. Bu ismi Türkler olarak biz vermedik. Türkiye ismini yabancılar verdi. Çünkü Anadolu’ya o kadar çok Türk gelmişti ki; ilk önce Doğu Anadolu’ya sonra da bütün Anadolu’ya Türkiye ismini verdiler. Bu topraklarda 1085’ten itibaren tek devlet var; bu devlet te, Türkiye devletidir. Türkiye Devletinin Selçuklu Hanedanı, Osmanlı Hanedanı ve Cumhuriyet Dönemi vardır. Osmanlılar Selçukluların, Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlının devamıdır. 3 devlette tarih boyunca birbirinin değişen devamıdır. Avrupa’da Osmanlı İmparatorluğu bütün haritalarda Türk İmparatorluğu olarak gösterilir. Devletleri, Rejimlerle, hanedanlarla, sülale yönetimleriyle karıştırmamak lazım. Her şeyi almaya çalıştığımız Avrupa’da böyle bir uygulama söz konusu değildir. Rejimler, hanedanlar, sülaleler, ve sahip oldukların toprakların yüzölçümü, konumu değişir ama devletlerin adı değişmediği gibi; yepyeni bir devlette ortaya çıkmıyor. Doğrusu olan da budur” tespitlerini yapıyorlar. Bilmeyenler Fransa, İngiltere, Almanya, Avusturya, İtalya ve Rusya’yı inceleyebilirler…
Son zamanlarda, siyasal İslam’ın veya solun etkisinde kalan Türk Milliyetçilerinde bile çok yanlış tarihi kabullenmeler vardır. Bu anlayış ta Türk Milliyetçiliği anlayışıyla bağdaşmamakta olduğunu ifade etmek isteriz.
Peki cumhuriyete giden yol nasıl başlamıştır sorusunu gerçekler ışığında arayalım.
Cumhutiye giden yolun ilk taşı, önemsiz ve kıymetsiz denilebilecek bile olsa "Sened-i İttifak" ile konulmaya başlanmıştır.
Sened-i İttifak, (29 Eylül 1808) Sened-i İttifak bir belge olarak incelediğinde merkezi iktidarın yetkilerini sınırlayan, meşrutiyetçilere doğru atılan adımlar vasfında bazı hükümler taşıdığı görülmektedir.
Anayasa hukukçuları, Türk tarihindeki ilk anayasal belge olarak genellikle Sened-i İttifak’ı kabul ederler ve Türkiye’deki anayasacılık hareketlerini bununla başlatırlar. “Devlet iktidarını sınırlandırmayı maksat edinen bir girişim olarak” görürler. Sened-i İttifak devletin ve padişahın iktidarını sınırlandırması yönünden önemli bir belgedir. Osmanlı tarihinde işkenceyi yasaklayan ilk belge olması önem arz etmektedir. Sened-i İttifak hukuken, sözleşme anayasadır. Maddi anlamda anayasadır fakat şekli anlamda anayasa değildir.
3 Kasım 1839 tarihinde okuduğu “Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu” ile başladığı kabul edilen Tanzimat hareketi, görünen yüzüyle devlet işlerinde bozulan düzeni yeni baştan tesis etme amacındaydı. Ancak askerî, mülkî ve hukukî alanda hayata geçirilen reformlar, bir siyasi düzen değişikliğinden öteye geçmiş, Türk düşünce sisteminde de Türk düşünce sisteminde de köklü bir değişmeye zemin hazırlamıştır. Hatta bazı devlet adamları arasında Mustafa Reşit Paşanın cumhuriyeti ilan etmek istediğini Sultan Abdülmecit’e şikayet edenler bile çıkmıştı
18 Şubat 1856 Islahat Fermanı: Bu ferman anayasal düzene geçiş yolunda Tanzimat Fermanından sonra atılan önemli bir adımdır. Türk Tarihinde hukuk önünde eşitlik ve eşit vatandaşlık ilkeleri ilk kez açık ve ayrıntılı biçimde düzenlenmiştir.
Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı daha çok, Batılıların ülkemizdeki azınlıklara karışmalarını önlemek ve batının desteğini almak için yapılmıştı. Böyle olsa dahi mutlak idarenin yetkilerine sınırlama getirerek demokrasi arayışlarının kapısını biraz daha aralanmasını sağlamışlardır.
1.Meşrutiyet 1876’da ilan edildi, Kanun-i Esasi denen bir anayasa uygulamaya konulup meclis açıldı. Anayasa ve Meclis” vurgusunun yer aldığı hukuk devleti ilkesinin benimsenip, padişah yetkilerinin kısıtlandığı, demokratikleşme olup, halkın yönetime katıldığı Meşrutiyette, Mebusan Meclisine birden çok millet temsilcisi katılmıştır. Meşrutiyet devrinin her şeyden önce bir Anayasa ilk defa ilan edilmiş ve kullanılmıştır. Ayrıca Kanun-i esasi gerçek anlamda bir meşruti yönetim kuramamıştır. Ancak mutlakıyetten çıkışı sağlamıştır.
2. Meşrutiyet 23 Temmuz 1908 tarihinde ilan edildi. Askıda olan Kanun-i Esasi'nin yeniden ilan edilmesiyle başlayan ve Sultan Vahdettin tarafından 11 Nisan 1920 tarihinde tasfiye edilmesine kadar geçen dönem olarak kabul edilmektedir.
2. Meşrutiyet Döneminde Kanun-i Esasi'de önemli değişiklikler yapılarak bu kez padişahın yetkileri sınırlandırılırken meclis üstünlüğüne dayalı bir sistem kurulmuştur. O ana kadar olmayan bir özgürlük Fakat daha sonra gelişen olayların da etkisiyle meclis karşısında hükümetin yetkileri genişletilmiştir. Her türlü yabancılaşmaya bu dönemde dur denilmiş. Türk Milleti her şeyi ile ilginin odak noktası olmuştur. Hukuki yönden bir çok yeni gelişmeler sağlanmıştı. Cumhuriyete gidecek yolların önlerinde bulunan bir çok engel bu devirde devlet yönetiminde olan İttihat ve Terakki anlayışın çok büyük hizmetleri olmuştur.Fakat bu değişikliklere rağmen devlet yine teokratik ve monarşi idi.
1.Dünya Harbinin çıkış sebeplerin birisi de Türk Osmanlı Devletin zenginlik fışkıran topraklarında hükümran ben olayım çekişmesine karşı duruşumuz neticesinde yaptığımız savaşlarda yenildiğimiz için ülkemiz işgale uğramıştı. Devlette, otorite, egemenlik, özgürlük ve her türlü güvenlik yoktu. İşte bu duruma son vermek ve Türk Milletini layık olduğu en güzel yönetime kavuşturmak için vatansever komutanlar yollara düşmüşlerdi. Bu yollarda hürriyetin ve cumhuriyetin değerini anladılar. Bu sürecin nasıl işlediğine bir göz atalım.
Mustafa Kemal ve Silah arkadaşları Samsun’a çıktıktan sonra uğradığ Havzada 28 Mayıs 1919 tarihinde Türk Milletine yurdun işgale uğramasının her yolla protesto edilmesini isteyerek Kurtuluşa giden yoldaki ilk genelgesini yayınlamıştır. Bu genelge ile ulusal bilinç uyandırılarak halkın işgallere karşı tepki göstermesi sağlanmıştır.
Havza Genelgesi, Milli Mücadele döneminde bağımsızlık, hürriyet bilincinin birlik içerisinde canlı tutulması sağlanmak istenmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken konu bütün yurtta millete dayalı büyük tepkiler verilmek istenmişti. Yani işin merkezinde millet ve onun milli güvenliği, özgürlüğü vardır.
Daha sonra ise 21 Haziranda bir çok komutan ve vatanseverin katıldığı Amasya’da bulunan Saraydüzü Kışlası’ndaki görüşmeler 22 Haziran 1919 günü bitmiş ve Türk Milletine Amasya Genelgesi kararları olarak bir çok önemli tespitler yapılarak Türk Milletinin düştüğü tehlikeyi anlatmak istemiştir. Genelgede tespit edilen hususlar şu şekilde sıralanmıştır:
1.Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir.
2.İstanbul’daki hükûmet, üzerine düşen sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok olmuş tanıtıyor.
3.Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
4.Milletin haklarını savunmak ve dünyaya duyurmak için her türlü etkiden ve denetimden kurtulmuş millî bir kurulun varlığı gereklidir.
5.Anadolu’nun her bakımdan en güvenilir yeri olan Sivas’ta millî bir kongrenin en kısa sürede toplanması ve her vilâyetten halkın güvenini kazanmış üç temsilcinin katılması gerekmektedir.
6.Doğu illeri adına 10 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum’da bir kongre düzenlenecektir.
Peki, bu genelde önemli oluşan yeni düşünceler nelerdir bir sorgulayalım.
1.İlk kez millî egemenliğe dayalı bir yönetimden bahsedilmiştir.
2.Padişahın atadığı İstanbul Hükûmeti ilk kez yok sayılmıştır.
3.Üstü kapalı olarak Heyet-i Temsiliyenin (Temsil Kurulu) oluşturulmasından bahsedilmiştir.
4.Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır oluşumu sağlamlaşmıştır.
5.İlk kez ulusal egemenlikten bahsedilmiş olduğundan evrensel bir maddedir.
Yani halen devam etmekte olan Türk Devletinde Osmanlı Sülalesinin yönettiği padişahlık sisteminden başka bir anlayışın kurulması gerektiği fikri burada ortaya atılmıştır. Kısaca Milli Egemenliğe (Cumhuriyet rejimi) gidecek yolun ilk taşları Amasya Genelgesi ile döşenemeye başlanmıştır.
Erzurum Kongresi, Trabzon ve Erzurum illerinin organize ettiği bu kongre Doğu illerinin 23 Temmuz 1919 ve 7 Ağustos 1919 aralığını kapsamaktadır. Kongreye 63 bölgeden temsilci ve temsil heyeti dahil olmak üzere 63 üye katılımı ile gerçekleşmiştir.Milli egemenliğe( Cumhuriyete) giden yolda taşlar döşenmeye devam edilmiştir.
Millî iradeye dayanan bir Millet Meclisi’nin meydana getirilmesini ve gücünü millî iradeden alacak bir hükümetin kurulmasını, kongre çalışmalarının ilk hedefi olarak gösterdi. Mustafa Kemal Atatürk’ün aynı zamanda Erzurum Kongresi başkanı olarak alınan kararlarda bizzat etkisi oldu. Nitekim Erzurum Kongresi’nde yine ilerisi için temel teşkil edecek millî birlik ve egemenliğe dair şu önemli kararlar alındı:
“Millî sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür. Birbirinden ayrılamaz; Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı ve Osmanlı Hükümeti’nin dağılması halinde, millet topyekûn kendisini savunacak ve direnecektir; İstanbul Hükümeti vatanı koruma ve istiklali elde etme gücünü gösteremediği takdirde, bu gayeyi gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümet üyeleri millî kongrece seçilecektir. Kongre toplanmamışsa bu seçimi Heyet-i Temsiliye yapacaktır; Kuva-yı Milliye’yi tek kuvvet olarak tanımak ve millî iradeyi hâkim kılmak esastır.” Burada belirtilen Heyet-i Temsiliye Meclis’in açılışına kadar Anadolu’da geçerli hükümet konumunda bulunacaktı. Bunun için dokuz kişilik bir kurul oluşturuldu.
Görüldüğü gibi yavaş yavaş bir rejim değişikliğine yani milli egemenliğe giden yollara taşların döşenmesine devam ediliyordu.
Sivas Kongresi, Heyet-i Temsiye’nin girişimleri ile 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında Sivas Kongresi çalışmalarım gerçekleştirdi. Bu kongre yine millet egemenliğini hakim kılmak için çok önemli kararlar alınmıştır.
Kongre, Milli Meclis açılıncaya kadar Türk Milletini temsil etme yetkisi verilen Heyet-i Temsiliye’nin yetkilerini artırarak, ona askerî güçlerin derlenip toparlanmasından, milli meclis hazırlıklarının yapılmasına kadar varan bir dizi görevler verildi. Milli gücü ve ulusal iradeyi egemen kılma ilkesi Erzurum Kongresi gibi Sivas Kongresi’nin de onayından geçti. Heyet-i Temsiliye, tüm ulus adına hareket eden bir kurul halinde Ankara’da TBMM’si kuruna kadar, milli kurtuluş hareketinin yöneticisi ve uygulayıcısı oldu. Böylece ülkede, İstanbul Hükümetinin yanında Anadolu’da yeni bir iktidar doğmaya ve devlet otoritesi yavaş yavaş Heyet-İ Temsiliye’ye geçmeye başladı. Erzurum ve Sivas Kongreleri Türk tarihinin ilk teşkilatlanmış halk hareketleridir. Geleceğini dış merkezlerin kararı İle düzenleme alışkanlığı İçindeki toplum, Erzurum’da Doğu İlleri Ahalisi temsilcilerinin kararı ile kurulacak devletin geleceğini belirledi. Erzurum’da başlayan Millileşmenin asıl kaynağı Sivas’ta tek merkezli yönetim çatısının kurulmasıyla tamamlandı.
Heyeti Temsiliye’nin organizesi ve baskısıyla İstanbulda Meclisi Mebusan 28 Ocak 1920’de Misak-ı Millî’yi kabul etti ve 17 Şubat 1920’de dünyaya duyurdu. Bunun üzerine İtilaf devletleri 16 Mart 1920’de İstanbul’u resmen işgal ederek bütün kurumları ele geçirdiler.
İstanbul’un işgal edilmesi Mustafa Kemal Paşa’ya düşündüğü tedbirleri uygulama fırsatı verdi. Temsil Heyeti adına 19 Mart’ta bir genelge yayımlayarak İstanbul’un işgaliyle Osmanlı hâkimiyetinin sona erdiğini, Temsil Heyeti’nin ülke yönetimine resmen el koyduğunu, Ankara’da olağan üstü yetkilerle toplanacak meclis için üye seçilmesi gerektiğini bildirdi.
Meclis-i Mebusan’m çalışamaz duruma gelmesi üzerine milli egemenliği temsil millî meclisin oluşturulması için çalışmalar yapıldı. Zaten 11 Nisan 1920 de İstanbulda Toplanan Mevlisi Mebusan kapatıldı. Bu nedenle millet adına karar verecek olan “salâhiyeti fevkalade” İle yetkili Meclisin, İstanbul’dan kaçıp gelen milletvekilleri ve yeni seçilen vekillerle 23 Nisan 1920 de açıldı. En yaşlı üyenin yaptığı açış konuşmasına meclise Büyük Millet Meclisi diye hitap ederek başladığı için bu isim bütün vekillerce beğenilerek yeni açılan meclise bu ad verildi.
30 Nisan’da Meclisin açıldığı Avrupa’lı devletlere de duyuruldu. 3 Mayıs 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti kurularak görevine başladı.
20 Ocak 1921’de kabul edilen Türkiye’nin ilk anayasasına göre, egemenlik kayıtsız şartsız millete devredilerek, bütün yetkiler Büyük Millet Meclisi’nde toplanıyordu. Meclise şeriatı uygulama ve yürütme yetkisi de verilerek, saltanat ve halifelik kurumu fiili olarak ortadan kalkmış oluyordu.
Adına Teşkilatı Esasiye Kanunu adı verilen bu anayasa düzenlemesi ile, güçler birliği ilkesi ve Meclis Hükümeti sistemi benimseniyor. Türkiye Devletinin, TBMM tarafından yönetileceği, Yasama ve Yürütme güçlerinin Mecliste toplanacağı, Hükümetin adının Büyük Millet Meclisi Hükümeti olacağı ve doğrudan doğruya Meclis tarafından kendi üyeleri arasından seçileceği ilke olarak benimsendi. Ayrıca bir hükümet başkanı yerine Meclis Başkanı, Bakanlar Kurulunun da doğal başkanı olarak kararlaştırıldı. Hükümet Meclis adına hareket eder ve onun devamlı denetimi altında olacaktır.
Meşruti sistem yerine egemenliğin millete ait olduğunu ilân eden ve egemenliğin kullanılmasında tüm yetkileri TBMM’ye veren bu anayasa ile Padişahlı devlet anlayışı yerini milli -devlet ve yetkilerin TBMM tarafından kullanılması esasına bıraktı. Egemenliğin aidiyeti değişmiş, Padişahtan alınarak kayıtsız ve koşulsuz millete verilmiş oldu.
Milli Mücadele kazanıldıktan sonra, müttefik kuvvetleri, 28 Ekim 1922’de Lozan’da düzenlenecek barış konferansına Ankara ve İstanbul Hükümetlerini birlikte davet ettiler. Bunun üzerine 1 Kasım 1922’deTBMM aldığı karar ile saltanatı kaldırdı. Bu gelişme üzerine Tevfik Paşa Hükümeti istifa etti ve böylece Türkiye’yi tamamen Millet Meclise yönetmeye başladı. 24 Temmuz 1923’de Lozan Antlaşması imzalandı. Böylece uluslar arası alanda da Osmanlı Hanedanlığı yönetimi sona erdiği, yerine gelen bağımsız Türkiye’nin varlığı dünya devletleri tarafından da tescil edilmiş oldu.
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni siyasî bir partiye Halk Fırkası’na dönüştürülmüştü.
Cumhuriyete giden yola bir adım daha yaklaştıran olay ise 13 Ekim 1923’te başkentin Anakara olarak kabul edilmesi olmuştu. Böylelikle 23 Nisan 1920 den beri fiili olarak hükümet merkezi görevini yürüten Ankara artık resmen başkent yapılarak Milli Egemenliğin yavaş sona yaklaşan bir hukuki yapıya kavuşturulmaya gittiğini açıkça belgeliyordu.
Halk Fırkasının kurulması üzerine Mustafa Kemal Cumhuriyetin duyurulmasına karar verdi. Eylül ayından İtibaren milleti hazırlayıcı çalışmalara girişildi. İlk Önce anayasada değişiklik yapılacağını Anadolu Ajansı haber olarak yayınlandı. Benzer haberlerin çoğalması üzerine bazı vekiller bu işin daha zamanı gelmediğini ifade ederek tavır aldılar. Bu durum, Mecliste bir hükümet bunalımına yol açtı. Mustafa Kemal Ali Fethi Okyar’a, meclis ikinci başkanı Ali Fuat Cebesoy’a ve hükümet üyelerine istifa etmelerini ve kurulacak yeni hükümette görev almamalarını istedi. Hepsi çekildiler ve yeni görev kabul etmediler. Bu olay cumhuriyetin ilânını hazırlayıcı neden oldu. Meclis yeni hükümeti bir türlü kuramadı. Memleket hükümetsiz kalmıştı. Bunu bilerek hazırlayan Mustafa Kemal sorunun anayasada yürütme ve yasama organları arasındaki ilişkiden kaynaklandığını ileri sürerek Cumhuriyetin İlânını kolaylaştıracak bir anayasa değişikliği teklifini Meclise sundu. 29 Ekim 1923’te kabul edilen anayasa değişikliğine göre:
Türkiye Devletinin hükümet biçimi cumhuriyettir. Türkiye Cumhurbaşkanı, Büyük Millet Meclisi tarafından bir seçim dönemi için seçilir. Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Başbakan Cumhurbaşkanı tarafından ve meclis üyeleri arasından seçilir. Mecliste yapılan seçimlerde Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü Başbakan seçildi.
Mustafa Kemal ve vatansever komutanların yaptıkları organize hareketleri neticesinde ilk tohumları Amasya Genelgesi ile atılarak, Erzurum Kongresinde ilk defa hukuki yapıya kavuşturulma çalışmalarına başlanmıştı. Sivas Kongresinde filizlenip kök salmaya başlamış.
Millet iradesi 20 Nisan 1920 de Ankara’da açılan BMM’te fiili olarak uygulamaya geçirilmiştir. Çünkü 20 Ocak 1921 Tarihinde kabul edilen Teşkilatı Esasiye Kanunu ilk maddesi cumhuriyetin uygulanacağını belirtmiyor muydu. İşte Teşkilatı Esasiye Kanunundaki adı yazılmayan ama fiili olarak uygulanacak olan Cumhuriyeti ifade eden maddeler bakalım.
“Madde 1. Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.
Madde 2.İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.
Madde 3.Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti “ Büyük Millet Meclisi Hükümeti” unvanını taşır.
Madde 4. Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, Hükümetin inkısam ettiği şuabatı idareyi İcra Vekilleri vasıtasıyla idare eder” ifadeleriyle zaten cumhuriyet yönetimini yasal statüsünü belirlemiş yalnızca adını çeşitli sebeplerden dolayı “Cumhuriyet” olarak koymamıştı . İşte konulamayan bu ad Anayasal değişikliği ile hukuki olarak konularak 29 Ekim 1923'te ilan edilen CUMHURİYET YÖNETİMİ şekli Türk Milletine yakışan en güzel bir yönetim şeklidir. Kutlu olsun.
Fakat cumhuriyet göstermelik olarak "Yurdumun en büyük bayramı" vb şiir, alışagelmiş klasik konuşmalar, Atatürk'ün büstüne çelenk koymakla kutlamak sizlerin cumhuriyet sevdiğinizin belgesi değildir.
Cumhuriyet, şu anda bazılarının yaptığı gibi rakipleri ile yarışmak için kullanacakları argümanda da değildir.
Cumhuriyeti en iyi şekilde kutladığını göstermek için ortaöğretim kurumlarında töremizde ve kültürümüzde olmayan kıyafetlerle “vals”lerle kutlayanlarda bunu örnek bir kutlama olarak gösterenler de Türkiye devletinin kalkınmasında katkısı olmayan özenti zihniyetli insanlar olup Türkiye’deki cumhuriyet ve demokrasi anlayışına katkıları olamayacak insanlardır.
Cumhuriyet bir türlü sindiremedikleri demokrasi anlayışını partilerine, vakıflarına, derneklerine ve sivil toplum kuruluşlarına getirmek istemeyenlerin rejimi hiç değildir.
Cumhuriyet milletin inançlarına ve değerlerine karşı kullanılan bir perde ya da zırhta ve ya savunma stratejisi de değildir.
Cumhuriyet yabancı ideolojilerin uşaklığını yapmış ve ya yapmaya devam ederek esas amaçlarını gizlemek için kullandıkları bir çeşit maske de değildir.
Cumhuriyet, "Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi" olarak tanımlanmasına rağmen halk egemenliğini kendi elinde tutabiliyor mu sorgulanmasının önünü açan bir rejimdir.
Ama, bu sorgulamayı, halkın yararına değil de kendi ve ya mensup olduğu grup, görüş, STK, parti adına sorgulayanlar da, her türlü sorgulamanın önünde engel olanlar da Cumhuriyetçi değillerdir.
Cumhuriyet nasıl kutlanır anlayışını hala anlamayanlar da cumhuriyetçi değillerdir.
Cumhuriyet kutlamak: Her alanda başarı kazanmak için planlı ve çok çalışma sonucunda hakkı, hakça takip ederek, milletin bütünlüğünü, ekonomik durumları, milletin örgütlü hali olan Türkiye Cumhuriyeti Devletini başka devletlerin yardımına ihtiyaç duymayacak her türlü gelişmeyi yapmak ve ya yapmaya çalışmakla cumhuriyeti en güzel şekilde kutlamış olursunuz.
Devletimizi, şuna buna her bakımdan el açan değil; herkese, yine, her bakımdan, yardım edebilecek güce ve kuvvete getirdiğiniz zaman cumhuriyeti kutlamaya hakkınız olur.
Vatanın bütünde, aynı geleceği tasavvur eden bireylerin kardeşlik havası içerisinde Türk Milletine hizmet aşkını verdiğiniz zaman cumhuriyeti hakkıyla kutlamış olursunuz...
Türkün kanı ile sulanan vatana dünyanın ne olduğu bilinmeyen insanlarla dolduranlar, Türk Dünyasındaki katliamlara sessiz kalanlar, yağmaya, hırsızlığa, haksızlığa, bir kesimi dışlamaya, ayrılık fikrini taşıyanlara destek verenler veya sessiz kalanlar, kelimenin manasında ifadesini bulan görevini yapmadığı halde sorgulayanlar ve ya görevini yaptığı halde sorgulamayanlar, bu vatana aidiyet duygusu ile bağlı olmayanlar, Türk Milletinin her türlü değerlerine sövenler, Milli Mücadelemizi yok sayanlar, yabancı ideoloji uşakları ASLA CUMHURİYETÇİ DEĞİLLERDİR.
Atatürk’ün “Cumhuriyet, düşüncesi hür, anlayışı hür, vicdanı hür nesiller ister” anlayışının önünde engel olanlar da Cumhuriyet Bayramı için şeklen neler yaparsa yapsın ASLA CUMHURİYETÇİ DEĞİLLERDİR...
Cumhuriyeti şekilden ibaret sayanların burnu sürtülsün. Yaşasın Cumhuriyet rejiminin gereğini yerine getirenler.
Bilmemiz gereken esas konu ise Anayasada ve yasalarda yazılanlar olmayıp uygulama safhasına konulanlardır. Anayasa ve yasaları uygulama sahasına koyan insanların yetişmesi, yönetim anlayışı, vatan, millet sevgisi, demokrasiye, hukuka saygıları var ise rejimin adı ne olursa olsun o ülkede, huzur ve saadet olur.
İlk defa, 1808 yılından beri tek adam ve ülkenin sahibi konumundaki padişahların dahi yetkisini kısıtlaya kısıtlaya geldiğimiz halde; modern çağ ve ya bilgi çağında yani 16 Nisan 2017'de gerçekleşen halk oylamasında 1808 tarihinden sonraki padişahlarda dahi olmayan yetkiyi hukuken hiçbir sorumluluğu olmayan bir makama vermedik mi? Bu durumu kim nasıl izah edebilir? Veya bu durum Chumhuriyet rejiminin ruhuna uygun mu?
Şimdi, bizde 100. Yılını kutladığımız Cumhuriyet Yönetimi var. Mesela Avrupa’da Birleşik Krallık dışında Norveç, İsveç, Danimarka, Hollanda, Belçika ve İspanya monarşinin varlığını sürdürdüğü ülkeler var. Bunlardan özellikle Norveç ve Danimarka'da kraliyet ailesinin geçmişi 1000 yıl öncesine dayanıyor. Şimdi bizim vatandaşlarımız mı; yoksa bu monarşi ile yönetilen ülkelerin vatandaşları mı daha demokratik yönetiliyor. Ve ya insana yaşama sevinci ve mutluluk veren demokrasi onlarda mı daha bizde mi daha çok?
Cevaplar belli olduğun göre....O zaman, hiç durmadan dinlenmeden “Cumhuriyetimizin” bize verdiği hak ve yetki ile hep kötülediğimiz, monarşilerden daha da ileri yönetim şekli olan Cumhuriyete uygun demokratik anlayışı hakim kılmamız gerekmiyor mu? Cumhuriyetçiler, mutlak ve ya meşruti monarşi ile yönetilen ülkelerden; hukuk, demokrasi, her türlü vatandaşlık hakları olarak dan daha geride ise boşuna göstermelik ve dostlar alışverişte görsün edasıyla kutlama şölenleri ve kutlama hareketler düzenlemek kendi kendimize çelme takmaktır diye düşünüyorum. Kabukla oyalanmak bize bir şey kazandırmaz. Öze inmek mecburiyetindeyiz. Modern ve ya çağdaş insan kabuklara ve ya görüntüye değil fiiliyata ve uygulama bakmak zorundadır. Devlet adamı Ziya Paşa "Ayinesi iştir kilinin lafa bakılmaz" bu konuyu tam ve bütün olarak anlatmaz mı?
“Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare, cumhuriyet idaresidir” diyerek Büyük Türk Milletine Cumhuriyeti armağan eden Atatürk’e minnet ve şükran duygularımı ifade ederim.
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Cumhuriyet düşüncede, bilgide, sağlıkta güçlü ve yüksek karakterli koruyucular ister. Hükümetlerin icraatı menfi olup da millet itiraz etmez ve iktidarı düşürmezse bütün kusur ve kabahatlere katılmış demektir” sözünün gereğini yerine getirmek sevdasında olanların ve cumhuriyete gönülden inananların Cumhuriyet Bayramı Kutlu olsun.