(Bu yazı bizzat Borçkalı Ülküdaşım Hüseyin tarafından bana anlatılmış tam 27 sene sonra ise benim tarafımdan darbeci ve işkenceci alçakların suratına tükürmek için kaleme alınmıştır)
12 eylül denilince bizler 11 Eylülün Türkiye’yi dehşete boğan ve katledilen insan sayısının günde 20-40 arası değiştiği bir zamanın 24 ten sonra durdurulduğu 03:00 te de tankların yürüdüğü büyük tutuklamaların başladığı ve ama öldürme olaylarının birden kesildiği 12 Eylül 1980 tarihini hatırlarız….Bizleri kesseniz de bin yıl hapis verseniz de öldürseniz de bizim için Eylül 12 Eylül tek tarihtir…
Çünkü Ülkücü Hareketin ölüm fermanının imzalanarak fiili uygulamaya konulduğu tarihtir 12 Eylül… Ve Eylül Ayı yalnızca 30 gün değil tek gündür o da 12 Eylüldür…
Bölücüler, Marksist-Leninist- Maocu- Kastrocu, Checi hatta Enver hocacı solcular, gemi azıya almış iktidarların gevşekliğinden ve bazı partilerin koruyup kollamasından dolayı bir çok ilde normal hayata müdahale etmiş.
Kurtarılmış bölge mantığı ile hareket ederek üniversiteler, liseler, ortaokullar, fabrikalar, çeşitli sivil toplum kuruluşlarında kısaca her yerde paralel bir yönetim sistemi kurarak güçlendikten sonra halkı güç vb. şeylerle etkileyerek büyük bir halk desteğini alarak Türkiye’nin bütününde kanlı halk ihtilali ile Sosyalizmi akabinde de Komünizm yönetimini kurarak Türkiye’mizi SSCB bir peyki yapmak istiyorlardı…
Bunun için büyük ve ülkemizi sarsıcı eylemler yapıyorlardı. Hainlikte o kadar ileri gitmişlerdi ki Atatürkçü olduklarını söyledikleri halde yaptıkları mitinglerin hiç birinde Atatürk resmi olmadığı gibi Atatürk’ün sözlerinin olduğu bir tek pankart bile taşımıyorlardı. Miting ve yürüyüşlerinde ne kadar insanlık düşmanı Kızıl Faşist ve komünist diktatör varsa hepsinin resimleri ve sözlerinin olduğu pankartlar taşıyorlardı…
Bu giriş, çirkinliğin ve hıyanetin vardığı noktaları belirtmesi bakımından çok önemlidir. İzmir Tariş’te güya işçi olduklarını söyleyenler hak arama adına fabrikayı ele geçirmişler. Hâlbuki tamamına yakını öğrenci olan direnişçiler Fabrikanın bir çok alanlarını tahrip etmişler. Fabrikanın bir yerine ise “Türk askerini arkadan vur. Rus askerini selam dur” yazılı pankartı asacak kadar alçalmışlardı…
Türkiye’mizde 1890 yıllardan beri başlayarak Türk Ocakları ruhu ve vatan sevgisinden haberdar Hüseyin Nihal Atsız, Osman Turan, Alparslan Türkeş, Ahmet Er ve Ahmet Arvasi’nin kitaplarını okuyarak yetişen Müslüman Türk Genci ABD’ye Batı’ya, emperyalizmin, Sosyalizmin, komünizmin, ve faşizmin hepsine karşı çıkmanın inancı ve vatandaşlık gereğini olduğuna inanıyordu.
Solun ihanete varan alçaklığını görmüş acil olarak bu ihanetin bertaraf edilmesine inanmıştı. Bu anlayışla bir araya gelinerek Türk Milletinin yapısına, inancına, değerlerine, malına ve canına kast edilmesini önlemek bölücü ve yıkıcı solun hakimiyet alanlarını tanımadığı gibi bu alanların TC yasaları doğrultusunda devletçe idare edilmesi ve yönetilmesi en azından tahrip edilmemesi için her yerde bir karşı duruş ve hakkı kaim kılma hareketi başlattı….
Silaha karşı imanın kendisine bahşettiğine inandığı şahadet anlayışıyla sözleri ve yumruğu ile karşı durmaya başladı…. İşte Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ikinci Balkan Harbiyle ete bürünen bu anlayış Çanakkale’de çelikleşerek Kurtuluş harbinde süngü olan bu anlayışın hakim kıldığı çelik Bilekli – Arslan yürekli bu yiğitlere o zamanlar Türk Ocaklılar diyorlardı. Solun ihanete varan bölücü ve yıkıcı faaliyetlerine karşı çıkanlar da Türk Ocakların torunları olan Türk Tarihinde efsane olan “ÜLKÜCÜLER”di…
Ülkücülere göre vatan parçasının her köşesi sola teslim edilmemesi gereken mücadele alanıydı…Bu alanlardan birisi de Devrimci- Yol örgütünün bir çok kısmını kurtarılmış bölge haline getirdiği ama bir türlü ele geçiremediği Artvin ili BORÇKA ilçesi ve ona bağlı Murgul beldesiydi.
Kahramanımızın adına Hüseyin diyelim. Hüseyin ve arkadaşları hainlerin ve millet düşmanı solun silahlı saldırılarına direniyor ve etrafını da direnmeye çağırıyor. Kanunun kendilerine tanıdığı nefs-i müdafaa anlayışıyla hareket ediyor….
Bizim ÜLKÜCÜ kardeşimiz Hüseyin sola aman vermiyor….Hain sol Hüseyin’i pes ettiremiyor. Hüseyin ve arkadaşları her yerde karşılarında yiğitçe duruyor… Hüseyin’den o kadar korkuyorlar ki onun adını her yerde şikâyetlerde dile getiriyorlar. Hüseyin devletimize, milletimize, değerlerimize sahip çıkmasına rağmen Marksistlerin aslı astarı olmayan bir çok şikayetleri sonucunda emniyet güçleri tarafından da tehlikeli kişi kategorisine alınmıştı…
12 Eylül 1980 Gecesi saat üçte askerler düdük çalıp biz geldik deyip bunu da bütün Türkiye’ye duyurunca çoktan beri ülkemizin gidişatından, ölümlerden endişe ettiğimiz için bir rahat nefes aldık Hüseyin’de çok şükür demişti….Artık devlet kendine sahip çıktığını düşünüyordu…Biraz zaman geçtikten sonra acaba darbeciler kimlerdi. Ne nasıl bir yol takip edeceklerdi. Bize bir zararı olur mu diye Hüseyin de bizim gibi endişelenmişti… Fakat tek kanal olan TRT televizyonundan ve radyolardan marşlar çalınıyor, kahramanlık türküleri söyleniyordu…
Hüseyin çok huzurlu bir şekilde evinde oturuyordu…Güvenlik konseyi öğleye doğru siyasi parti liderlerinden Bizim Başbuğ dediğimiz ve çok sevdiğimiz Alparslan Türkeş Beyin evinde bulunamadığını ve hemen en yakın kolluk kuvvetlerine teslim olması gerektiğini anons ediyordu. Daha sonra Ülkü Ocakları ve Ülkücü Gençlik Derneği Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun da teslim olmadığını duyunca Hüseyin ne oluyor diye düşünmeye başlamıştı….Canı sıkılmıştı Hüseyin’in…İçinde tarif edemediği bir üzüntü vardı…Belirsizlik canını sıkıyordu….
Bir gün Hüseyin’in kapısı çalındı asker sıkıyönetim komutanlığı tarafından arandığını söyleyerek onu önce 211. Hudut alayının tutukluları topladıkları yere tekme tokat atıldı…Oradan da alayın bağlı bulundu Erzurum 9. Kolordunun gözaltına alınanların konulduğu yerde tekme tokat ve tüfek dipçiği eşliğinde götürüldü…Oradan da Erzincan 3 ordu askeri hapishanesine götürüldü…Çok büyük bir hapishane ve zindan…Hiçbir şey demeden her gün kimin ne için dövdüğünü bilmediği dayaklar başlamış ve ardı arkası kesilmiyordu….
Meğer bu hapishane Adana ve şarktan en azılı siyasi suçluların konulduğu ve hizaya getirilmesi istenilen bir askeri hapishaneymiş…. Marksistlerin korkularını oluşturduğu şikayetler sonucunda Hüseyin askerlerin tanımıyla “Sağ görüşlü tehlikeli militan”mış….
Dayak ve işkencenin her türlüsünün olduğu bu askeri hapishanede koğuş sistemine geçilmiş…..
Koğuş sistemi ise bütün Türkiye’de hakim olan “Kişiliğini kır, şahsiyetini düşür, güvensizlik oluştur, korkut itaat ettir ve karıştır, barıştır” anlayışı gereğince 130 kişilik koğuşta 90 solcular 35 kişi de Ülkücü tutuklular konulmuş….Diğer koğuşlarda değişik değişik sırayla birinde Ülkücüler fazlaysa solcular az, solcular fazlaysa Ülkücüler az olarak koğuşlara konulmuşlardı…Koğuşlarda hangi grup az ise koğuş başkanı o gruptan oluyormuş….Ve koğuş başkanı diğer tutuklulara göre çok yetkiliymiş ve koğuşlarda koğuş başkanlarını koğuşlarından sorumlu olurlarmış….
Hüseyin’in koğuşunda Ülkücüler 35 Solcular ise 90 kişi olduğu için başkanı da Ülkücülerden ve en yiğit gördükleri solcularla kavga etsin ve onları ezsin diye Hüseyin’i koğuş başkanı yapmışlar….
Ve her koğuşa bakan bir çavuş görevlendirmişler. Bu çavuşların hiç birsi okuma yazması olmayanlardan ve iri cüsseli olanlardan yapılıyormuş…Tutukluları dövsün, korkutsun, sindirsin diye…Çok daha gülünç bir hadise var…
Okuma yazma bilmeyen bu çavuşlara lise mezunu emir eri vermişler…
Okuma yazma bilmeyen çavuşlar zaman zaman koğuş başkanlarını diğer arkadaşlarının oldukları yerlere çağırıp daha önce bahse girdiği ve bir tokatta yere sererim dediği başkana aniden suratına tokat vurup yerlere serdiklerinde katıla katıla gülüyor ve bahsi kazanıyorlarmış….Yere düşen kişi ise kalkabilir miyim komutanım demeden kalkarsa hepsi birlikte onu jop, dipçik, odun ve yumruklarla perişan ediyorlarmış….
Hüseyin sıranın kendisine geleceğini biliyor ve ona göre en azından Türk askeri olarak görmediği okuma yazma bilmeyen, insanlıktan nasibini almamış ve işkence yapma noktasında öğütlenmiş bu çavuş karşısında ilk vuruşta yere düşmek istemiyor….Hüseyin zulme ve işkenceye başka karşı durabilecek ne imkanı ne de gücü vardı….Hüseyin okumaya yazma bilmeyen bu çavuşun nereli olduğunu, evli ve iki çocuğu olduğunu öğrenmiştii…
Beklenen gün geldi…Lise mezunu emir eri olan okuma yazma bilmeyen çavuş Hüseyin’i çağırıyor…Ama çavuş uyanık dövmek için değil de koğuşla ilgili konuşmak için çağırmış gibi davranıyor. Hüseyin ise dövülmek için çağrıldığından çok emin Allahtan tek istediği bu alçak karşısında ilk vuruşta düşmemekti….İlk vuruşta düşmemesinde sonra isterse ölsün ona razıydı…İşkenceci ve insanlıktan nasibini alamamış çavuşu sevindirmek istemiyor…
Hüseyin’ karşısına çağırıp askeri tekmil verdikten sonra çavuşa bak kardeşim falan şehirdensin iki de çocuğun var. Bu durumlar geçer başbaşa kalırız. Ya da durumu kardeşlerime ve ya akrabalarıma anlatırım sende zorda kalırsın gel bize insan gibi davran derken çavuşş bahse girmiş olduğu üzere tek tokatta düşürmenin hesabını yaptığını fark etti. Çavuşun kendisinden korktuğunu da fark etti…Hüseyin destek olsun diye ayağını önünde duran sandalyeye doluyor. Düşersem yere değil de sandalyenin üstüne düşeyim diye düşünerek önlemini alırken konuşmasına da devam ederken çavuş tokadını yapıştırınca Hüseyin ayağını dolağı sandalyeye düşerken büyükte bir gürültü çıkınca çavuş korkup kaçmaya başlayınca Hüseyin sandalyeyi çavuşun belinde kırıyor, kırıyor, kırıyor çavuş yardım çağırıyor ama Hüseyin duymuyor büyük bir zevkle vuruyor….Kafasına sırtına yüzüne aldığı darbeleri duymuyor bile Hüseyin….Hüseyin yerlerde ama mutlu işkencecinin belinde sandalyeyi kırması ona dünyanın en büyük zaferini kazanma duygusunu yaşatıyor…
Hüseyin’i sürüye sürüye koğuşuna atıyorlar…Koğuşta bayram var. Çavuşa sandalyeyle vurup solcu-ülkücü demeden bütün tutukluların intikamını aldığına inanıyorlar…
Gelelim başlığımızın olayına….
Hüseyin’in başkanı olduğu koğuşa komşu koğuşlara çok acımasız bir komutan olan insanlık düşmanı işkenceci bir yüzbaşı bakıyormuş…insana eziyet etmekten acayip zevk alıyormuş…Hüseyinlerin koğuşuna 3 gün yiyecek hiçbir şey verdirtmemiş….Koğuştakiler sağda solda bulunan yiyecekleri kendi aralarında çok azda düşse bile bölüşmüşler….
Üçüncü günün sonunda Yüzbaşı Başkan olduğu için Hüseyin’i çağırıyor. Zar zor yanına gidiyor…Komutan aç olup olmadıklarını soruyor dalga geçer tarzda…Hüseyin de çok aç olduklarını ve ayakta duracak hallerinin olmadığını söylüyor… Yüzbaşı soruyor o zaman size aşure pişirttim ondan verdireceğim kaç karavana yersiniz diye sormuş…. Hüseyin herkesin çok aç olduğunu ve 135 kişiye yakın mevcuda ancak 4 karavana yeter diye düşüyor ve 4 tane istiyor…4 karavana kazanı koğuşa verildikten sonra koğuşa doğru seslenerek yiyemezseniz….analarına buraya yazılamayacak ağır bir küfür ediyor. Onları büyük derecede cezalandıracağını söylüyor….Karavanların hepsinin bitirilmesini şart koşmuş…
Hüseyin hemen karavanalara üşüştüklerini birinci karavanayı hemen bitirdiklerini ikinci karavanayı ise zar zor ekmeklerle bitirdikleri artık kendisi dahil hiç kimsenin aşure yiyemediğini fark ediyor…Hüseyin o zaman yüzbaşının bunun yenilemeyeceğini bildiğini onun için onları zor durumda bırakmak için kasıtlı yaptığını anladı…Ama yapacak bir şey de yoktu…Emretti iki karavanadaki aşureleri tuvalete dökün bolca su dökerek temizleyin yedik diyeceğiz. Yapacak başka bir şey yok günahı yüzbaşının boynuna olsun diyor….Aşureler tuvalete dökülüyor….Karavanalar yıkanıyor…
Karavanları almaya gelen askerlerin başında yüzbaşı karavanları boş görünce “Yediniz mi ulan 4 karavanadaki aşureleri” diye sorunca onlarda yediklerini söyleyince “Hayvan mısınız ulan ………çocukları” diye çıkışıyor ama koğuştakiler ise cezadan kurtarmak için ısrarla yediklerini söyleyince askereler hitaben “ Tuvaletlere iyice bakın aşure dökülmüş mü” diye emir verir…Bütün tuvaletlere aşure döküldükten sonra üzerine su dökülmüş yalnızca birinde tuvaletin kenarında aşure kalıntısını askerler görmüş ve aşurenin tuvalete döküldüğünü yüzbaşı anlamış….
İnsanlıktan nasibini alamamış hapishane sorumlusu yüzbaşı tutuklulara alçakça bir emir veriyor. Emir: “tuvaletlere döktüğünüz aşureleri tuvalet çukurundan ellerinizle alarak yiyip bitireceksiniz. Yoksa sizi öldürürüm” diye bağırarak emrediyor…
Ülkücüler Hüseyin’e bakıyorlar hemen toplanıp istişare yapıyorlar yiyelim mi yemeyelim mi? Diye….Sonuç ölüme razı olup yememe kararı çıkıyor…Bu arada diğer gruptan bazılarının sırayla tuvaletlerden elleriyle aşure alıp yemeye çalıştıklarını ve bazılarının da kustuklarını Hüseyin fark ediyor… Ülkücülerin grubundan çok temiz ama zayıf bir kişi onun adı da Hüseyin olan kişi “Ben o şeyi asla yemeyeceğim beni öldürseniz de yemeyeceğim, kesseniz de yemeyeceğim diyerek askerlere saldırmış…Bir kargaşa ve onu koğuş dışarı çıkartıyorlar… İki el silah sesi geliyor…
Hüseyin başkan ve ülkücüler “ Eyvah Hüseyin’i şehit ettiler” diyorlar. Son değerlendirme ve istişare için toplanıyorlar….Herkes tuvaletteki dışkılı aşureyi yemektense şehit olmayı tercih ediyorlar…. İşkenceci yüzbaşıya tuvalete dökülen aşureyi yemeyeceklerini ve ölmeye hazır oldukları ama ölürken de dövüşe dövüşe öleceklerini hep bir ağızdan tekrar etmişler. Kalabalık olan asker ve yüzbaşıya doğru tekbir çekerek yumruklarını sıkarak yürüme başlamışlar….Yüzbaşı “Durun durun acele etmeyin diğer grup yiyor belki onlar bitirir size kalmaz…Bende hepinizi affederim” demesini ülkücüler duymadılar bile….
Hüseyin başkan diyor ki askerler 80-90 kişi bizde 30-35 kişiyiz hiç kimse geri kalmaksızın askerlerin üzerine saldırdıktık….Bel ki bize 100 dipçik, jop, sopa,m değnek vurdular ama bizde bir tane de olsa yumruk, şamar, tırnak, tokat, tekme vuruyorduk…Tabi biz zayıf ve güçsüzdük zorla da olsa bizi zaptı rapt altına aldılar… Dışarıya doğru çıktı ki baktım demin iki el silah sesi atılınca vuruldu zannettiğimiz Hüseyin arkadaşımızı yere yatırmışlar ağzını tutarak konuşmasını engelmişler….Amaç onu vurukları havası vererek Ülkücülerinde dışkı yemelerini böylece dik durma işinin önüne geçerek şahsiyetlerini küçültmek ve verilen her emri yerine getirmeyi amaçlamışlar….
Yine Hüseyinlerin koğuşuna Van Müftüsünü Atatürk düşmanı diye alarak döve döve akılını sıyırmasını ve İslam’a ve Kuran’ a zıt yazılar yazdırarak bakın işte sevdiğiniz müftünüz Kuran-ı Kerim hakkında neler diyor diyerek Van’da rezil rüsva duruma getirmişler….
Hüseyin neler anlattı neler….Anlattığı tarih 1991 yılı. Hapisten izinli çıkıp Giresun’da bulunan Giresun’un en namlı ülkücülerinden MÇP İl Başkanı Albay Şakir’in evinde sohbet etme imkanımız oldu….
Hüseyin kardeşimiz Giresun da ebe yada hemşirelik yapan ve onun tam 11 yıl zindandan çıkmasını bekleyen sevdasına sevdalı nişanlısını görmeye gelmiştiii…Zindana dönecekti ama mutluydu zindan zordu ama işkence yok gibiydi artık…..
Hüseyin kardeşim yaşıyorsan sana hayırlı, mutlu ve uzun ömürler; yok Hakka yürüdüysen rabbim çektiğin çileleri kurtuluşuna vesile kılsın