Öğrenim süresi ilkokuldan sonra 7 yıl olan Trabzon Beşikdüzü Öğretmen Okulun Orta kısım 3. Sınıfında okuyordum. 1972 Yılın Kasım Ayında öğlen teneffüsünde öğlen yemeğimizi yemek için tek odadan ibaret olan öğrenci evime gelmiştim. Tek çeşit olan yemeğimi yedikten sonra öğlen sonraki derslerim için eski belediye binasının yanından okula doğru giderken o zaman Beşikdüzü –Trabzon minibüslerinin ve Ulusoy yazıhanesinin yanına geldiğimde disiplinli ve ortalığı inleten bir ses grubu duydum.
O zamanki Beşikdüzü Ortaokulun önüne bakan taş duvarın önünde ağabeylerimiz yaşında düzgün giyinişli, düzgün tıraşlı ve disiplinli bir grubun büyük bir ciddiyet içerisinde “Başbuğ Türkeş, Başbuğ Türkeş” diye slogan atmaları dikkatimi çekmişti.
Çok hoşuma gitmişti. Ama bu Başbuğ Türkeş kimdi diye merak etmiştim. Hem de gençler ip gibi dizilerek sağ yumruklarını neden öne doğru sallayarak slogan atıyorlardı? Neden çok saygılı ve samimi duruyorlardı? Ünündeki bir kişi işaret verince yeri göğü inleten sloganları neden atıyorlardı? Gıpta ettiğim ve kimseden korkmayan bu ağabeyler kimdi?
Slogan atmaya ara verilince Belediye binasının balkonunda takım elbiseli bir adam gür ve tok bir sesle konuşuyordu. Hitabetinde “Evlatlarım” başlıyor ve ülke meselelerinden bahsediyordu. Konuşmasına az ara verdiğinde gençler sağ yumruklarını sallayarak yüksek sesle “Milliyetçi Türkiye –Milliyetçi Türkiye” diye bağırdıklarını gördüm.
Çok etkilenmiştim…. Düzgün giyinişli gençlerin saygı gösterdiği balkondan konuşan bu adamı belediye binasının altında bulanan belediye kahvesindeki insanların çoğu da onu görebilecekleri gere gelerek saygıyla dinliyorlardı. Yanımdaki büyük birine bunlar kim ve ne istiyorlar diye sordum? Oda bunlar “Milliyetçi gençlerdir” dedi. Peki tam bir delikanlı görünümündeki geçlerin büyük sevgi ve saygı duyduğu balkonda ki konuşan kişi kimdir diye sordum. Oda bu Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş’tir dedi. Sorduğum adamında hem gençleri hem de balkonda konuşan adamı elinde olmadan takdir ettiğini farkettim. Elimde olmadan teneffüsümün hepsini beni çok etkileyen bu hadiseye harcamıştım. Beni derinden etkileyen bu olayı düşünerek Koşa koşa okula gittim.
Okula vardığımda şahit olduğum ve beni etkiyen bu hadise ile geçmişte yaşadığım olayları düşündüm. 1968 yıllarda Ankara’da oturan akrabalarımız köydeki evimize gelmişti. İş dönüp dolaşıp anarşik olaylara geldiğinde akrabamız FKF ve DEV-GENÇ çatısı altında yapılan eylemlere karşı çıkıyor ve o dönemde akranları arasından sıyrılıp hatırı sayılır ve korkusuz delikanlı olan ağabeyimin sola sapmasının önlenmesi nasihatini vermişti. Babam ise “Ben onu Türkeş’in kampına gönderdim” sözünü hava atmak için mahsusçuktan söylemesini hatırladım. Yine 1969 Yılında Beşikdüzü Belediyesinin karşısındaki İşletmesini yaptığımız Taş Kahvenin duvarında “Komşusu aç iken kendisi tok olan bizden değildir” afişinin altında Milliyetçi Hareket Partisi yazdığını hatırladım. Yine Taş Kahveye ait çay bahçesinin karşısında bulunan Fiskobirlik binasının duvarında “Tanrı Dağı Kadar Türk; Hira Dağı kadar Müslümanız” yazısının altında Milliyetçi Hareket Partisi yazısının yazıldığını hatırladım. Yine 1968 in yazında gazetelerde SSCB Çekoslovakya’yı tanklarda ezdiğini okuduğumu hatırladım. 1969-70-71-72 yıllarında sol militanların Taksimde Kültür Sarayını yaktığını, Demirli bulunan Boğaziçi Vapurunun sabotajla batırıldığını, Jandarma Genel Komutanına suikast yapıldığını, konsolosların kaçırılarak öldürülmesi, 15-16 Haziran işçi olaylarını ve uçak kaçırma olaylarının Türkiye’de herkesin tedirgin ettiğini hatırladım. Biz bile çocuk halimizle korkmuştuk…. Hâlbuki Beşikdüzü’nde takdir ettiğimiz o zamanki ağabeylerimiz olan gençler de vardı. Eczacılıkta okuyan Hayrettin Kalay ve daha sonra polis olan Özden ağabeyler vardı. Hem ağırbaşlı hem de kimseden korkmayan ağabeylerdi. Ve kendilerine milliyetçi diyorlardı….
Ders bitipte okuldan çıktıktan sonra Erzurum Atatürk üniversitesinde okuyan köyümüzden Ergun Kudu’ya durumu anlattım. O bana geniş ve teferruatlı bilgi verdi. Ve benim o zaman Beşikdüzü’nde Hayrettin Kalayın ve ağabeyimiz ve arkadaşı olan birkaç öğretmenin açmış olduğu ÜLKÜ-BİR’e gitmememi tembihledi…. Ülkü –Bir gidip gelmeye başladık. Piknik tüpte ağabeylerin yaptıkları çağlardan içmeye başladık. Ağabeyler bize ders öğrettiler…. Okulda da Zehra Uzun isimli arkadaşımızın ağabeyisi de Ülkücü ve dolayesiyle Zehra da ülkücü olmuştu. Orta üçüncü sınıfta tahtaya Turan Haritası çiziyorduk. Devle ve Bozkurt Dergisi okuyordum.
Yazın Burdura babamın yanında gitmiştim ve orada milliyetçi gençlerle tanıştık. Babamda milliyetçi gençleri çok seviyor ve hep onlarla oturuyordu. Gençler teşkilatlanmış ve köylerde milliyetçi oyunlar sahneliyorlardı. “KIZIL PENÇE” isimli bir oyunda bende oynamıştım. Sonraki yıllarda bir çok kitap okumuştuk. Sol örgütlere üye olup ayrılanların canlarına kast edildiğini ve kim vurduya gittiğini çok duymuştuk… Mustafa Gençoğlu ve Oktay Torul ve Mustafa isimli öğretmenlerimizi çok seviyorduk milliyetçi oldukları için…. Bizim Anadolu ve Ortadoğu Gazetesini okuyorduk.
1975 yılında İstanbul Çapa Öğretmen Okuluna nakil aldırdım. İkamet ettiğim Cevizlide Faik İçmelinin Başkanı olduğu Ülkücü İşçiler teşkilatına üye oldum. Artık Millet ve Hergün Gazetelerini okuyorduk…Onlarda bulamadığımız bazı haberleri Tercüman Gazetesi alarak onda arıyorduk….Çapadan sonra İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü ve uğradığımız saldırlar…. Mağduriyetler, şehit olan arkadaşlarımız ve ihtilal….
İhtilalde yaktığımız sayısız kitaplar vardır. Çünkü evler tek tek aranıyor arama yapan kimse çok geniş yetkili ve ararken tutacağı tutanak çok önemliydi. Küçükyalı İdealtepede arama yapan bir asteğmen beni sol görüşlü zannediyordu ve bana “Mehmet bir alçağı yakaladım alçakta ne yakaladım biliyor musun? Ve hemen devam etti. Olmaz böyle şey Türkeş’in kitabını yakaladım demişti. Ve üzerine öyle suçlar yıktım ki bir daha içerden çıkamaz” demişti. İşte bu sebepten yakmıştık….
Yıllar yılları kovaladı 1989 Yılında Ankara da hizmet içi eğitim kursuna katılmıştım. Asker arkadaşım M. Şengül Etibank’ta mühendis olarak çalışıyordu ve ona sıksık uğruyordum. Onunla Muhsin Yazıcıoğlu’nu ve Türkeş Beyi ziyaret etmeye karar verdik. İlk gidişte Türkeş Beyle görüşemedik. Ama aynı gün Muhsin Başkanın başkanlığını yürüttüğü Necati Bey caddesindeki SOGEV de yanında Koray Aydın ve Sinan Ocağında bulunduğu bir zamanda görüştük. Bir gün sonra arkadaşımın tanıdığı ve o zaman TÜPRAŞ’ta çalışan N. Kumantaş ile yine MÇP Genel Merkezine gittik ama o arkadaşın bildiği bir başka yerden Başbuğun Makam odasının kapısına geldik… Bizi hemen kabul etti. Ne iş yaptığımızı sordu. Hepimiz ayrı ayrı anlattıktık…
Bana doğru döndü tok ve kalın sesiyle “Bu memlekette ahlaksızlık aldı başını gidiyor. Ülkücülük iyi ahlaklı olmaktır. Sizden ricam Ülkücülüğün gereği olarak dersinizin son beş dakikasında bu milletin çocuklarına iyi ahlaklı olmayı öğretmelisiniz” demişti.
Başbuğ bize şu mesaj vermek istemişti. Bu vatanın kalkınması için ahlaklı insana ihtiyaç vardır. Güzel ahlakı öğretmek için ise güzel ahlakı mutlaka yaşamak gereklidir demek istemişti. Zira kişi bildiği ve var olan şeyi öğretir. İşte başbuğ böyle bir dava adamıydı….
O bizi küfre karşı kuvvetli bir imana sahip olmaya, ahlaklı olmaya, vatanı ve Milletimizi sevmeye çağırmıştı. Allah ondan razı olsun… Mekanı cennet olsun.