“Dokuz Işık” umdelerinden biri de “ahlakçılık”tır. Töremiz ve inancımız gereği ahlâkî değerlere önem vermeliyiz. Ahlâk kelimesi Arapça olsa da dilimize yerleşmiş, Türkçeleşmiştir. Şimdilerde bu kavram yerine Fransızca “etik” kullanılmaktadır; etik değerler, etik kurallar gibi… Etik sözcüğü ahlâkın yerini tutar mı? Sanmıyorum.
Ahlâksızlığın en başında yolsuzluk, hırsızlık vardır. Karl Kraus; “Yolsuzluk fahişelikten daha kötüdür. Fahişelik bir insanın ahlâkının bozulmasıdır; oysa yolsuzluk tüm toplumun ahlâkını tehlikeye düşürür.” diyor.
Bugün yaşadıklarımıza ahlâk ya da etik kurallar açısından baktığımızda doğru yapılan bir şey var mıdır?..
Prof.Dr.İbrahim Kafesoğlu, “Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri” isimli kitabında; “Milliyetçilik, basit bir duygu ve yalnız geleneklere bağlılık meselesi değil, doğrudan doğruya içtimai gerekçelerden kaynak alan ve sosyal hayatın bütün cephelerindeki belirtileri kesin çizgilerle tesbit edilmiş bir fikir sistemidir. Buna göre hem ilimdir hem de insan topluluklarının mütemadi gelişme hassasına uygun olarak, dinamik bir karaktere sahiptir. Türk milliyetçilik prensipleri de Türk milli gerçeklerinin ortaya koyduğu içtimai dinamizmin ilmi neticelerinden başka bir şey değildir. Bundan dolayı, Türk milliyetçiliği Türk milleti var oldukça yaşayacak ve milletimizin medeni hamlelerinde biricik itici kuvvet olacaktır. Ancak, fikir sistemlerinde prensiplerden fedakârlık caiz olmadığından, Türk milliyetçisi, Türk milliyetçiliği prensiplerine tamamen uymak ve hayatını ona göre tanzim etmek mevkiindedir.” demektedir.
Bu ülkede yaşayan biz, Türk Milliyetçileri, ülkücüler; “Elhamdülillah Müslümanız”. Başka inanca sahip ülkücüler var mı? Olabilir; tercih meselesidir. Tabii herkesin inancı kendine; kimse bir başkasına gösteriş için Müslüman olmaz, olmamalıdır. Eğer böyleyse münafık sayılır.
Millî ve manevî değerlerimize sahip çıkmak yetmez; bu değerleri özümüzde yaşamalıyız: Sözlerimizle ve davranışlarımızla bunu göstermeli ve devamlı kendimizi geliştirmeliyiz. Yanlış insanlarla, yanlış kurum ve kuruluşlarla işimiz olamaz. Kısaca, yanlış olan hiçbir şeye destek ve katkı veremeyiz, vermemeliyiz.
Daha önce de bahsettim; maalesef ilkesizlik had safhada!.. Evet, herkesin kendi ilkeleri olabilir ama toplumca genel kabul görmüş ortak doğrular vardır. Mesela; adam bir partiden milletvekili, belediye başkanı veya belediye meclis üyesi seçiliyor; nerdeyse daha seçim sonuçları açıklanmadan parti değiştirebiliyor: Bu durumu "seçmene saygısızlık, seçmene ihanet" diye açıklamak yetmez; aynı zamanda büyük bir ilkesizlik örneğidir.
Ayrı bir tartışma konusu ama seçimlerde aday olduğu partiden seçilen bir kişinin istifa ederek başka partiye geçmesine karşıyım; görevlerinden de istifa etmeliler. Bağımsız kalmaları bile başka partiyle iş birliği yapmasına ve destek olmasına zemin hazırlıyor.
Bir insan zırt-pırt parti değiştiriyorsa zaten kişiliksiz ve ilkesiz biri demektir. Bu tip insanların kendisine de başkasına da partilere de faydası olmaz. Siyaset “evcilik oyunu”na döndürülmemeli!..
Son zamanlarda karşısında kamera gören hemen “Bozkurt işareti” yapmaktadır. Bozkurt, bütün Türklerin sembolüdür; tabii ki kendisini Türk gören herkes kullanabilir, bunda bir sakınca yoktur. Lakin “Bozkurt”u suçlularla veya suç örgütleriyle bir araya getirmek yanlıştır. Ülkücü olsa dahi bu tür ilişkileri olanlar işareti yapmaktan kaçınmalıdır.
Bozkurt işareti, bir zafer işareti olmadığı gibi suçlunun kendisini takdim aracı da değildir. Aslında ülkücü, “ahlâk kurallarına harfiyen uyan veya uymaya çalışan kişi” dir; ahlâklı olmak zorundadır. Ahlâka aykırı iş görenlerin yakalandığında bozkurt işareti yapması hem Türklüğe hem de davaya ihanettir. Davaya zarar verecek görüntüler verilmemelidir.
57.Koalisyon hükümeti
Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in 4 Nisan 1997 tarihinde vefatı sonrası genel başkanlık için 5-6 adaylı genel kurul yapıldı; kavgalı - dövüşlü - ertelemeli genel kurulların sonunda Sayın Devlet Bahçeli genel başkan oldu.
18 Nisan 1999 tarihinde yapılan genel seçimler sonucu, halkımızın büyük teveccühü ile %18 oranında oyla 129 milletvekili çıkarttık. MHP’nin bu başarısında esas pay sahibi, geçmişte olduğu gibi öğretmenler, yani eğitim görevlileri olmuştur. Diğer kamu çalışanlarının ve sendikalarımızın katkıları da unutulmaz.
Seçimde, hiçbir karşılık beklemeden koşuşturduk; herkese ulaştık. Tek amacımız vardı; başbuğumuza olan vefa borcumuzu, partimizi iktidara taşıyarak ödemek: “Milliyetçi Türkiye”yi kurmak. Tecrübeli, ehliyetli, liyakatli, ahlâklı, dürüst ve çalışkan kadrolarımızı iş başına getirerek hayallerimizi gerçekleştirmek ve milletimize hizmet etmekti.
Meclise giren partilere ve milletvekili sayıları dikkate alınınca, MHP başkanlığında bir hükümet kurulması mümkündü. DSP dışındaki partilerle koalisyon kurma ve başbakanlığı alma imkânı doğmuştu. Başbakan, Meclis Başkanı, Cumhurbaşkanı partimizden olabilirdi.
Ne olduysa, Rahşan Ecevit’in tüm ağır suçlamalarına ve hakaretlerine rağmen Bülent Ecevit başbakanlığında DSP-MHP-ANAP’tan oluşan 57.koalisyon hükümetine girildi. Hükümette bir başbakan yardımcısı, 5 devlet bakanı ve 6 icraatçı bakanlık alındı. Ama en önemli bakanlık olan Millî Eğitim Bakanlığı DSP’ye verildi.
İktidar ortağı olmuştuk ama bir süre sonra gördük ki, amaçlarımızı, hedeflerimizi gerçekleştiremiyoruz. Kamuoyundaki ülkücü itibarımız zedeleniyor; iş yapamaz, yaptıramaz hale geliyorduk. Bir şeyler yapmak isteyenlere de engel olunuyordu. 1999-2002 yılları arasını -hafızası kuvvetli olanlar- hatırlarlar; çok şeyler yaşadık, özellikle eğitim çalışanlarımız çok cefa çektiler. Beceriksiz miydik, yoksa tongaya mı düşmüştük? Anlayamadık. Yanlış üstüne yanlış yaptık.
18 Haziran 1992 tarihinde amatörce sendikacılığa başlamıştık. Henüz yasası olmasa da önemli bir teşkilat kurmuştuk ve tüm kamu çalışanlarını çatısı altında topluyorduk. 57.hükümet döneminde “Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu”nun çıkması için çok çabaladık. Bu süreçte partiyle sürtüşmelerimiz oldu. 2002 yılında sendika genel kurulları yapılırken neler yaşadıklarımızı yöneticilerimiz de delegelerimiz de hep biliyorlar. Arkadaşlarımız ikna odalarına alındılar; hakaretlere, tehditlere uğradılar. Bu durum kırgınlıkları, küskünlükleri, kızgınlıkları beraberinde getirdi ve davaya inanmış çoğu kişi evine çekildi.
Bütün bunlara rağmen hiçbir zaman kin ve garezimiz olmadı: Davamız için “Partimiz zarar görmesin, kopmalar olmasın” diye, kendimizin bile inanmadığı icraatları, söylemleri savunmak, hatta yalan söylemek zorunda kaldık.
Ne olduysa; birden 3 Kasım 2002 tarihinde erken seçim çağrısı yaptık ve meclis karar aldı. Bir şeyler oldu ama anlayamadık; hâlâ da anlamış değiliz. Seçim sonunda AKP ve CHP meclise girdi; MHP dahil diğer tüm partiler %10 barajının altında kaldılar. AKP tek başına iktidar oldu.
Seçmen, meclis dışında bırakarak bize de büyük bir ceza kesti. Oyu “çantada keklik görülen” ülkücüler bile vermedi. Ama yine suçlanan taban oldu!..
Bu duruma düşmemizde, yıllarca ömrümüzü harcadığımız parti yöneticilerinin hiç mi kabahati yoktu?..