1975 yılı Temmuz ayıydı. Ankara Belediye Başkanı CHP’li Vedat Dalokay’dı. Belediyenin temizlik işçileri ücretlerini alamadıkları gerekçesiyle greve gitmişlerdi. Ankara, çöpler toplanmadığı için pislik içindeydi ve havanın da sıcak olması sebebiyle koku başlamıştı. Valilik; greve katılmayan temizlik işçileri ve çöp kamyonu şoförleri ile çöpleri toplamaya çalışıyordu. Ancak, yeterli olamıyorlardı.
Bir sabah Atatürk Öğrenci Yurdu yemekhanesinde kahvaltı yaparken öğrenci başkanımız geldi ve bir sandalyenin üzerine çıkarak konuşmaya başladı: Önce Ankara’daki durumu anlattı, Ülkü Ocakları’ndan gelen talimatı açıkladı ve sonra “Birazdan gelecek çöp kamyonlarına grup grup bineceğiz ve gideceğimiz yerlerdeki sokakları temizleyeceğiz” dedi.
Hemen odalarımıza çıkarak kıyafetlerimizi değiştirdik ve diğer arkadaşlara da duyurup aşağıya indik. Yaz günü olduğu için yurtta kalanlar azdı. Kamyonlar gelmişlerdi; tabii bugünkü çöp kamyonları gibi değillerdi. Kaç kamyondu, hatırlamıyorum. Dört kişi bir kamyona bindik; şoför bizi Gazi Mahallesi’ne götürdü. Şoförün girdiği sokaklardaki çöp bidonlarını kamyona boşaltıyor, döküntüleri süpürge ve küreklerle topluyorduk. Sabahtan öğleye kadar uğraştık. Görevimizi bitirip yurda döndük. Banyomuzu yaparak okulu olanlar okula, işi olanlar da işlerine gittiler.
(Ara not: Çöp toplarken aklıma, çocukluğumdaki “akmın” taşıyanlar geldi; yeri değil ama özür dileyerek açıklamak istiyorum. TDK kaydında ahbun, ahbın diye de geçen akmın; hayvan gübresi / dışkısı, fışkı veya köye en bitişik ve gübrenin en kolay taşındığı ya da su basan, gübreli, verimli tarla olarak tarif edilmiş. Bizim yörede farklı bir anlamı var. Eskiden kanalizasyon olmadığından avlunun bir köşesinde çukur açılır ve üzerine kerpiç veya ahşap duvar çevrilerek hela (tuvalet) yapılırdı. Burada biriken insan pisliği, akmıncı denilen kişilere para karşılığı taşıtılır, tarlalarda gübre olarak kullanılırdı. Akmıncılar; eşek, at, katır gibi hayvanların yanlarına bağlanan tahta sandıklarda veya at arabası, kağnı gibi araçlarla taşırlardı. Yani, o güne göre bir meslekti.)
Yine, bir gece saat 21.00 sıraları okuldan yurda dönüyorduk. Yurda yaklaştık, bahçe kapısından girmek üzereyken peş peşe silah sesi geldi. Danışmada görevli arkadaşlar; “hemen yere yatın” diye bağırdı, bahçe duvarının dibine yattık. Ankara Hastanesi bahçesinden ateş ediliyordu. Hemen görevliler koşup gittiler, biz de yurda girdik. Biraz sonra yakalandığı haberi geldi: “Kafayı çeken” sol görüşlü bir sarhoş, tabancayla yurda ateş etmiş.
Yurdumuzun boşaltılması
1977 Genel Seçimlerinden sonra 21 Temmuz 1977 tarihinde Süleyman Demirel’in başbakanlığında AP-MSP-MHP’den oluşan 41. Hükümet (2.Milliyetçi Cephe, MC Hükümeti) kuruldu. Ancak, bu hükümet fazla sürmedi ve ardından 5 Ocak 1978’de Bülent Ecevit, 42. Hükümeti kurdu.
Yeni hükümet, Atatürk Öğrenci Yurdu’nu boşaltma kararı almış. Sanıyorum Mart veya Nisan ayıydı; okulu boşaltarak yurda gitmemiz söylendi. Okulumuzla yurt arası çok yakındı. Vardığımızda, her yerin polisler tarafından ablukaya alındığını ve kimsenin yurda sokulmadığını gördük. Öğrencileri zorla dışarı çıkarıyorlardı.
Kalabalık bayağı toplanmıştı; bağırmaya ve slogan atmaya başladık. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Bir süre sonra amirin emriyle polisler saldırmaya başladılar. Biz de ellerimizle, kollarımızla, ayaklarımızla karşılık veriyorduk. Müdahale çok sertleşmişti ve önlerine geleni copluyorlardı. İster istemez geriye doğru kaçışmaya başladık. Meğer sivil polisler de Dörtyol’u tutmuşlar; arkadan saldırdılar. Ortalık ana-baba gününe döndü. Kafama, sırtıma, kollarıma, bacaklarıma cop darbeleri alıyordum.
Çareyi, 51 Acem Çay Ocağı yanındaki bir apartmanın altında bulunan berber dükkanına sığınmakta buldum. (Çay ocağı; Dörtyol’un köşesinde güzel çay yapan, tek odalı bir yerdi. Çoğunlukla ülkücüler burada buluşurlardı.) Biraz sonra polislerin dışında etrafta kimse kalmadı. Ancak, yurda yakın olan arkadaşlardan yakalanıp götürülenler olmuş. Ortalık yatışınca mecburen herkes dağıldı. Ben, o tarihlerde evliydim ve evime gittim. Copların değdiği yerler morarmıştı; ama esas beni üzen gördüğümüz muameleydi. Atatürk Öğrenci Yurdu o gece tamamen boşaltıldı.
Bir müddet sonra da “sol görüşlü öğrenciler okula giremiyorlar” diye okulumuzu, Çankaya’da Tunus Caddesi üzerinde bir binaya taşıdılar. Son iki bitirme sınavıma polis kontrolü altında orada girdim. Okulumuz öğrencisi olup ön saflarda mücadelede eden bazı arkadaşlarımız sınavlarına girmekte zorluk yaşadılar.
Solun samimiyeti!..
Bu konudaki görüşlerimi belirtmeden önce yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum: 1979 yılıydı. Bakanlıkta çalışan bir bayan hemşehrim vardı. Ara sıra yanıma gelir sohbet ederdik; CHP’li idi. Bir gün evlerine yemeğe davet etti, gittim.
Üniversitede okuyan bir kardeşi vardı. Biliyorsunuz, sol görüşlü öğrenciler "Atatürk’ün Kocatepe’ye çıkış" fotoğrafını rozet olarak takarlardı. Komünist dediğimiz solun aşırı uçlarıysa, sağ yandan (profilden) çekilmiş bir insan başının olduğu rozet takarlardı. Saçın devamında gölgeli L şeklinde uzun favori vardı. Soranlara “Atatürk” diye cevap verirlerdi.
Aslında rozetin üzerinde -pek belli olmasa da- dikkatli bakıldığında fark edilen bir resim vardı. Az-çok okuduğumuz için bu rozetin Atatürk’le ilgisi olmadığını biliyorduk. Rozetin büyütülmüş halini eylemlerinde de pankart olarak taşıyorlardı.
Hemşehrimin evinin duvarında bu fotoğrafı gördüm. “Bu resim kimin?” diye sordum. Hemşehrim, “Atatürk” dedi; belli ki ona böyle söylenmişti. Ben, “Atatürk’ün hiç favorili fotoğrafı var mı?” dedim. “Bilmem ki, kardeşim böyle söylüyor, o astı” dedi. Kendisine “Resimdeki Atatürk değil. Bu resmi astığına göre kardeşin galiba Rus yanlısı, Leninci… Saç favorisinin L şeklinde olması Lenin’in baş harfini temsil ediyor. Aşırı solcular bunu özellikle kullanıyorlar” dedim; şaşırdı kaldı. “Bunu hiç düşünmemiştim” demekle yetindi. Biz, ülkücüler ise “Bozkurt” rozeti takıyorduk.
Sol; İstanbul Taksim Meydanı’nda 16 Şubat 1969 tarihinde yaşanan olayları, yıllardır bize yüklerler. ABD’nin 6.filosuna karşı sol öğrenci ve işçi örgütlerinin “emperyalizme karşı” yaptığı eylemde büyük olaylar çıkmıştı. Olayların ülkücülerle hiç alâkası olmadığı halde bu gösteride karşılarında olduğumuzu ima edip, böyle anlatmaya ve yaymaya çalışırlar. Sol görüşlü arkadaşlar, hâlâ bu şekilde propagandaya devam ediyorlar. Olayların olduğu tarihte ne MHP vardı ne de Ülkü Ocakları… Okudukça anladım ki; aslında o tarihlerde Milli Türk Talebe Birliği ile Komünizmle Mücadele Derneği varmış ve yavaş yavaş ayrışmalar başlamış.
Maalesef! Sol; biz ülkücüleri, hep “Amerikancı” olmakla suçlarlar. Ama hiçbir ülkücü, eski veya yeni bir ABD başkanının fotoğrafını, rozetini taşımaz, taşımamıştır. ABD’yi ve başkanlarını övücü sözler sarf etmemiştir. Oysa sol -fraksiyonlarına göre- çeşitli devletlere ve başkanlarına övgü yağdırmışlardır.
Bizim en önemli sloganlarımızdan birisi, “Ne Amerika, ne Rusya ne de Çin; Her şey Türk ve Türklük için”dir: Dikkatinizi çekerim!..
Türkler, tarihleri boyunca fethettikleri yerleri sömürmek bir yana kendileri sömürülmüşlerdir. Emperyalist devlet, sadece ABD değil ki; Türk yurtlarının en büyük düşmanı olan Rusya ve Çin’i de saymak gerekir. Aslında emperyalist anlayış, bugünkü batılı devletlerin tamamında vardır, diyebiliriz.
Diğer yandan, “ulusalcı sol” bir tarafa, bugün sol fikirleri savunan bazı insanlar bile hayretler içinde bırakıyor. “Atatürk’e sahipleniyorlar” gibi görünüyorlar ama gerektiğinde ayrımcılarla, bölücülerle birlik olabiliyorlar.
Atatürk’ün hiçbir fikri, komünizmle de bölücülükle de bağdaşmaz; ömrü de bunlara karşı mücadele ile geçmiştir.