Geçen haftaki “Sultan Tuğrul” başlıklı yazıma -araştırmacılara faydalı olacağı düşüncesiyle- Alphonsa de Lamartine’in “Türkiye Tarihi (Aşiretten Devlete, Tercüman 1001 Temel Eser)” adlı eserinden eklemeler yapmak istiyorum:
“Daha 1038 yıllarında, Halife’nin başkumandanı olacak kadar yükselen Türkler, onun inancına yürekten bağlı kalmakla beraber, silahlarını ve topraklarını ellerine geçiriyorlardı. Irkından üç yüz bin adamın başında, Tuğrul Beğ, Sultan’ın adına Bağdat’a giriyor ve büyük bir saygıyla, Halife’yi atının geminden tutarak, düşmanlarının onu kapattığı hapishaneden saraya götürüyordu.
Halife’de Türkler ile olan mecburi ittifakını daha sağlamlaştırmak için, Sultan’ın kız kardeşini (Y.Y: Çağrı Bey’in kızı, Alparslan’ın kız kardeşi) zevce olarak kabul etti. Fakat ırk düşüncesiyle, kendi kızını Sultan’a vermekten hayatı boyunca kaçındı (c.1/s.51-52)” demektedir. Ama, bu evliliğin gerçekleştiğini biliyoruz.
Tuğrul Bey, halifenin kızı (Seyyide Fâtıma el-Betül) ile evlenmiş, bir yıl sonra 4 Eylül 1063’de “nezf-i dem / aşırı kanama” sebebiyle 70 yaşlarında çocuksuz olarak ölmüştür.
Dr.Arslan Tekin: “…eski Türk devletlerinde iktidara geliş, yani tahta çıkış; kesin ve belirli bir kurala bağlanmamıştır (Türk’ün Tarihi, s.303)”. Dolayısıyla Tuğrul Bey’in ölümüyle birlikte taht kavgası başlamıştır.
Yılmaz Öztuna (Büyük Türkiye Tarihi): “1061’de Kutalmış Bey (İbrahim Yınal’ın öldürülmesinden sonra) çok güç kazanmıştı. Kutalmış bey, açıkça sultanlık iddiasında bulundu ve 1063’de Alp-Arslan tahta geçtiği zaman bu iddiasında devam etti. (c.1/s.412)
Alparslan, Kutalmış Bey’i hızla bastırdı. Kutalmış bey, atı yere kapaklanarak öldü. Kutalmış Bey’in oğulları Süleyman Şah ve Mansur Beyler’le kardeşi Resul-Tigin esir düştü. Alp-Arslan, bu Selçuklu prenslerini büyük bir âlicenaplıkla affetti. Hayatlarına ve hürriyetlerine dokunmak şöyle dursun, nasihat edip büyük orduların başında ve “melik=kral” unvanı ile Anadolu’ya gazâya gönderdi (c.1/s.413-414)”ğini belirtmektedir.
Malazgirt Savaşı
Lamartine (aynı eser); “Alpaslan, Fırat’ı aşarak Hazar Denizi, Toroslar ve Karadeniz arasında kalan bütün bir ülkeyi korkunç bir Türk seline boğdu. Ermenistan, Gürcistan ve Kafkasya hemen boyunduruğu altına girdi. Rumlar eyaletleri boşaltmışlar ve batı bölgelerine çekilmişlerdi. İmparatoriçe Evdoksiya, gevşemiş Rum ırkından bir hayır beklemediği için, gerçekten cesur ve sadık olan Romen Diyojen adında bir barbar ile evlenmiş, böylece onu tahtına ortak ederek hükümdarlığını kurtarmayı düşünmüştür.
Romen (Diyojen) önceleri büyük yararlıklar göstererek Frigya, Kapadokya ve Ermeni krallığını öncü Türklerden kurtardı. Ancak Alparslan, geri çekilen aşiretlerin yardımına koştu” (c.1/s.52).
Burada şu hususu belirtmek gerekir: Birçok tarihçimiz, o tarihlerde Sultan Alparslan’ın Bizans’la savaşmak gibi bir hedefinin olmadığını; esas hedefinin Mısır’daki Şii Fatimîler olduğunu belirtmektedirler. Romen Diyojen komutasındaki Bizans ordusunun Türk yerleşim yerlerine saldırması sebebiyle yönünü Malazgirt’e döndürmüştür. Prof.Dr.İbrahim Kafesoğlu; “Çünkü Tuğrul Bey zamanından beri Selçuklular’ın kurmaya çalıştığı İslâm dünyasındaki dinî-siyasî birlik, Fâtımîler’in aksi yöndeki çabaları sebebiyle istenen düzeyde gerçekleşemiyordu ve hâlâ İslâm dünyası iki başlı bir görünüm arzediyor, hutbeler bölgelere göre Sünnî Abbâsî halifesi veya Şiî Fâtımî halifesi adına okunuyordu.
26 Ağustos 1071 Cuma günü Malazgirt ovasında cereyan eden meydan savaşı gerçekten son sözün söylendiği bir savaş olmuş, Selçuklular’ın elde ettiği büyük zafer Türkler’e Anadolu kapılarını açarak dünya tarihinin geleceğine tesir etmiştir.
Selçuklu ordusunun bu savaşta büyük başarı elde etmesini, moral gücünün yüksekliğine ve taktik üstünlüğüne bağlamak yerinde olacaktır. Bizans kuvvetleri, aralarında dil, din, ortak gaye gibi birleştirici unsurlar bulunmayan ve daha önce birbirleriyle devamlı surette savaşmakta olan Frank-Norman, Bulgar, İslav, Peçenek (Kuman), Uz (Oğuz), Gürcü ve Ermeni topluluklarından derlenmişti. Bizans ordusunun pek çoğu ücretli olan bu karışık askerlerden teşekkül etmesine karşılık Selçuklu ordusu yalnız müslüman Türkler’den ibaretti ve bu askerler ücret karşılığı savaşmıyorlardı. (TDV.İslâm Ansiklopedisi, c.2/s.526-530)”
Daha önce belirtmiştim: Bizans ordusunda bulunan, özellikle Peçenek kuvvetleri, karşılarındaki Selçuklu Ordusu’nun soydaşları olduğunu anlayınca savaş arifesinde Sultan Alparslan tarafına geçmişlerdir.
Lamartine (aynı eser); “Savaş alanı onun için ya zafer yeri ya da mezar olacaktı. Gün batarken Küçük Asya yeniden Rumların elinden gitmişti. Romen Diyojen ele geçtiği zaman, savaşın başından beri onuncu atının ölüsü yanında ağır yaralı olarak yatıyordu. …Alparslan, Diyojen’e önünde yeri öpmesini emretti ve kanlı ayağını ensesine bastırdı. Olaya tanık olan Rumlar gözyaşlarını tutamadılar; ama bu yenileni aşağılama hareketinden sonra, Alparslan, İmparatoru yerden kaldırdı, elinden tuttu, kucakladı ve yenilgisinden dolayı teselli etti.
Romen Diyojen’in fidyesi bir milyon altın oldu ve Rumlar Sultan’a her yıl dört yüz bin altınlık vergi ödemeyi kabul ettiler. Diyojen İstanbul kapılarına geldiğinde, bütün imparatorluğun bozgundan dolayı kendisine karşı ayaklandığını duydu. Fidyesi için ancak bin altın toplayabildi ve onları Alparslan’a gönderdi. Bu aciz sadakatten müteessir olan Sultan, İmparatordan fazlasını istemedi. Romen’i kurtarmak ve tekrar tahta oturtmak için silaha sarıldı; ancak Romen Diyojen, Sultan yetişmeden önce hapiste öldü. (c1/s.53-54)
Yılmaz Öztuna: “Alparslan; Romanos Diogenes’le yapılan anlaşmayı Bizanslıların tanımaması üzerine Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a, Ege’ye ve Marmara’ya kadar Anadolu kıtasının açılmasını emretmiştir (Büyük Türkiye Tarihi, c.1/s.420).
İbrahim Kafesoğlu: “Alparslan, 1072 Eylül’ü sonunda Türkistan seferine çıkmak üzere iken Romanos Diogenes’in acıklı sonunu öğrenince çok üzülmüş ve barış antlaşmasının artık geçersiz olduğunu ilân ederek Bizans üzerine ordu gönderilmesi emrini vermiş, Artuk Bey kumandasındaki kuvvetler Anadolu’ya girmeye hazırlanırken kendisi de 200.000 kişilik ordusuyla Mâverâünnehir’e hareket etmiştir.
(Türkistan Seferi’ne çıkan) Alparslan, önemli bir direnişle karşılaşmadan Karahanlı topraklarında ilerlerken bir süre muhasaraya direndikten sonra teslim olarak huzura kabulünü dileyen Barzem Kalesi kumandanı Yûsuf Hârizmî (Barzemî) tarafından, çizmesine sakladığı küçük bir hançerle vurulmak suretiyle ağır şekilde yaralandı, dört gün sonra da şehid oldu (24 Kasım 1072)." (TDV.İslâm Ansiklopedisi, c.2/s.526-530)
Alparslan’ın ölüm haberi üzerine; “Halifenin eşi ve Alpaslan’ın kardeşi olan Hatice Arslan Hatun ile maiyeti, yerli Müslümanları hayretler içinde bırakan ağır yaslar tuttular. Hatun ve onun özellikle Türk kökenli hizmetçileri, saçlarını ve yüzlerini yoldular, elbiselerini yırttılar, Türk geleneklerine yabancı olan halife, eşinin saçını ve yüzünü yolmasına engel olmak istedi. Hatun, başka bir Türk adeti gereğince toprak üzerine oturdu. Kardeşi Alparslan’ın ruhunu taziz etmek için de fakirlere para dağıttı (Dr.Arslan Tekin, Türk’ün Tarihi, s.302).