Herhalde “Yalta Konferansı”nı duymuşsunuzdur: “Kırım Konferansı” diye de bilinir. Yalta, Kırım’ın en güzel şehirlerinden biridir.
Haziran/2008’de Kırım’a gitmiştik. Kırım Tatar Maarifçi Derneği, güzel bir gezi programı yapmıştı ve Yalta’yı da gezmiştik. Konferansın yapıldığı Livadia (Livadya) Sarayı’nı gördük. Saray önündeki ziyaretçi kuyruğunun uzunluğu ve zamanımızın da sınırlı olması sebebiyle içini gezemedik; sadece bahçesinde ve çevresinde dolaşıp fotoğraf çekerek ayrıldık.
Yalta Konferansı; asker ve siviller dahil yaklaşık 60 milyon insanın öldüğü, en yıkıcı ve maddî kayıpların yaşandığı II.Dünya Savaşı sonrası yapılmıştır.
4-11 Şubat 1945 tarihlerinde SSCB’nin tatil beldesi Yalta’da, müttefik üç büyük devleti temsilen İngiltere Başbakanı Winston Churchill, ABD Başkanı Franklin Roosevelt ile SSCB Başkanı Josef Stalin’in katıldığı bir konferans düzenlenmiştir.
Konferansın amacı; yeni dünya düzeninin tartışılması ve Avrupa’nın yeniden şekillendirilmesidir. Yani, Avrupa ülkelerinin kaderi belirlenecektir.
Bu konferans, dönemin küresel güçlerince diğer ülkelerin jeostratejik durumunu belirleyen anlaşmalardan birisidir (diğeri Potsdam Konferansı’dır).
Dünya barışını sağlayacak kurumlar oluşturulması için çalışmalar başlatılmış; henüz kurulmamış olan Birleşmiş Milletler (BM) hakkında, örneğin üyeliğe kabul edilecek ülkelerin hangilerine veto hakkı verileceği kararlaştırılmıştır. Daimî üye sayılan ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’ya -oylama sonucuna bakılmaksızın- kararları veto etme yetkisi verilmiştir.
İki kutuplu dünyanın (ideolojik kamplaşma) ve Truman Doktrini ile soğuk savaş döneminin (1945-1991) temelleri atılmış; ABD ve SSCB, hegemonya alanlarındaki ülkelerin kamp değiştirmesini önleyen mutabakata varmışlardır. Zaten birkaç yıl içinde Avrupa doğu ve batı diye ikiye ayrılmış, Doğu Avrupa bölgeleri Sovyetlerin etkisi altına girmiştir.
Savaş mağlubu Almanya’nın, dört işgal bölgesine ayrılması ve yüklü tazminat ödemesi kararlaştırılmıştır. SSCB, müttefiklerine Japonya’ya savaş açma sözünü vermiştir.
Konferansta alınan kararlar ve sonuçları, daha sonraki yıllarda devletler arasında etkilenmelere, fikir ayrılıklarına ve aralarının açılmasına sebep olmuştur.
Konferansın Türkiye’ye etkileri: Türkiye, II.Dünya Savaşı’na girmemiştir ama savaşın yol açtığı hem sosyal hem de ekonomik sıkıntılar yaşamıştır.
“Stalin, konferans sırasında Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni gündeme getirmiş, ‘…Boğazlardaki Türk hâkimiyetinin Sovyetleri soluksuz bıraktığını’ iddia etmiştir. Oysa, Lozan Konferansı öncesi (10/11/1922) devrimin önderi Lenin, ‘Boğazlar tamamen Türk hâkimiyetinde, tüm ülkelerinin savaş gemilerine kapalı olmalıdır’ demişti. Stalin, Bolşevik Devrim’in eşitlikçi söylemlerinden vazgeçmiş ve Çarlık Rusya’sının yeni politikasını uygulamaya koymuştu… Sovyetler, hareket kabiliyetlerini kıstığı gerekçesiyle Montrö’nün iptalini istiyorlardı.
…Bu kabul edilebilir bir durum değildir ve Stalin söz konusu taleplerle, bilerek ya da bilmeyerek Türkiye’yi İngiltere ve ABD’nin oluşturmakta olduğu Bloka doğru itmiştir. Söz konusu dönemdeki güvenlik tehdidi Türkiye’nin dış politika yaklaşımını ve dengeci geleneğini doğrudan etkilemiştir. …Dolayısıyla Türkiye’ye tehdit yöneltmek yoluyla Boğazlarda egemenlik elde etmeye çalışan Stalin, Türkiye’yi Batı Bloku ile ittifaka mecbur bırakmıştır.” (Not: İsteyenler, ayrıntılı bilgi için Erciyes Ün.İİBF. Uluslararası İlişkiler Bl. Yrd.Doç.Dr. İsmail Köse’nin, “Karadeniz İncelemeleri Dergisi, 2015; (19):241” yayınlanan makalesini okuyabilirler.)
Yaşananlar
Biliyorsunuz Rusya, daha önce Afganistan’a, Gürcistan’a saldırmış; Kırım’daki Rus nüfusu kullanarak ülkesine katmıştı. Şimdide Ukrayna’ya saldırdı (Ukrayna, tarihimizde Deşt-i Kıpçak diye bilinir).
Bu durum hangi gerekçeyle olursa olsun “kabul edilebilir” değildir. ABD, NATO veya AB’nin tavırları ileri sürülerek bir başka ülke işgal edilemez. Ancak, Rusya’nın bu yayılmacı politikası; sadece Putin Rusya’sında değil, Çarlık Rusya’sından beri böyledir. I.Dünya Savaşı’nda Doğu Anadolu bölgemizi işgalini unutmayalım!..
1917 Bolşevik Devrimi’yle Komünistlerin iktidara gelmesi ve adının Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) olması, yöneticilerinde bir zihniyet değişikliği yapmamıştır. II.Dünya Savaşı’ndan sonra da benzer durumlar yaşanmıştır: Polonya’nın, Çekoslavakya’nın, Macaristan’ın tanklarla işgali gibi… Yeni Rusya Federasyonu da aynıdır. Çarlık döneminden beri amaçları ve hedefleri; ülkeleri işgal ederek genişlemek, sıcak denizlere inmektir.
Türkler’le Ruslar, -Osmanlı dönemi de dahil- tarih boyunca defalarca savaşmışlardır. Yakın coğrafyalarda bulunmalarına rağmen hiçbir zaman iyi ilişkiler içinde olamamışlardır.
Yılmaz Öztuna (Büyük Türkiye Tarihi): “Bu panslavist Ruslar’ın planladıkları ve Rus hükümetinin desteklediği projedir: Balkanlar’da mümkin olduğu kadar Slav olmıyan ırk bırakmamak, hele Müslümanlar’ı, hele imparatorluk sahibi Türkler’i tamamen imha etmek, Tuna ile Marmara, Karadeniz’le Adriyatik arasında Türk bırakmamak, o tarihe kadar Türk nüfusunu azaltarak Slav devletler teşekkül ettirmek (c.12/s.418).
Balkanlar’da Turanî, hele Ortodoks olmıyan kavim istemiyorlardı. Türk-Rus savaşı değildi bu, Slav-Turan savaşı idi. Türkler gibi Turan ırklarından olan Macaristan’da, bu gaye teşhis edilmişti; Rusya’ya karşı çok büyük gösteriler düzenleniyordu (c.12/s.423).” diyor.
Eğer Rusya işgal ettiği yerleri ilhak ederse, adını bile Türklerin koyduğu “Karadeniz” de -kıyısı olan diğer ülkelerle birlikte- ülkemizin alanı da daralırken Rusların alanı genişleyecektir. Karadeniz bir “Türk Gölü”dür.
10 Mart Perşembe günü Antalya’da Rusya ve Ukrayna Dışişleri Bakanları, bakanımızın da bulunduğu toplantıda bir araya geldiler. Rusya’nın, savaşın bitmesi için öne sürdüğü şartlardan biri, “Kırım’ın Rusya toprağı olduğunun kabul edilmesidir.” Kırım, şu anda Ukrayna toprağı sayılmakta ve Türkiye, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunmaktadır.
“Arabuluculuk yapalım” derken, sakın Kırım’ı gözden çıkarmayalım!.. Ya da “KKTC tanıtacağız” diye oyuna gelmeyelim!.. Her ikisi de tarihî davamızdır, dikkatli olalım. Çünkü geçmişte, “ön alacağız, bir adım önde olacağız” diye, diplomaside yeri olmayan politika izlenerek ülkemize çok şey kaybettirildi. Benzerini yaşamaktan korkarım!..
Öztuna (aynı eserde): “II.Katherina, şifa bulmaz bir Türk düşmanı idi (c.6/s.376).” demektedir; peki, Putin dostumuz olabilir mi?..
Üzüldüğüm hususlardan biri de Rus ordusunda Çeçen savaşçıların yer almasıdır. Gençliğimiz, “Şamil Kafkasya’nın hürriyet güneşidir” diye başlayan Şeyh Şamil şiiri okuyarak geçti. 21/04/1996’da suikaste uğrayan Cahar Dudayev’le 08/03/2005’de şehit edilen Aslan Maşadov unutulabilir mi? Ruslara karşı bağımsızlık mücadelesi veren Çeçen kahramanlarının maalesef kemiklerini sızlattılar; Çeçenlerle ilgili inancımıza darbe vurdular.
Sonuç olarak; tekrar iki kutuplu dünyaya doğru gidiyoruz. 1945’de Yalta’da olduğu gibi galiba “dünyayı paylaşım” devam ediyor!.. Sanki Ukrayna’nın bazı bölgeleri Rusya’nın egemenliğine bırakılıyor!..
ABD ve Rusya arasında, kapı arkasında yapılmış gizli bir anlaşma/ sözleşme var gibi!.. İşgale karşı ABD’nin söylem ve eylemlerine bakılınca öyle görünüyor. Irak, Suriye ve diğer bölgelerdeki bölüşümler düşünülünce bir danışıklı döğüş akla geliyor.
Batı veya ABD -el altından bir şeyler yapıyorlar mı bilemem ama- ortada somut bir şey yok. Dünya kamuoyunda, Putin’in daha fazla itibar kaybını bekliyorlarsa, gecikebilirler: “Atı alan Üsküdar’ı geçmiş olur.”