Mümkün olduğunca, siyasi konulara girmemeye çalışıyorum ama yöneticilerimizin konuşmalarını dinledikçe hem üzülüyor hem de kızıyorum. Bu yazıma, şu soruyla başlayıp herkesin özeleştiri yapmasını bekliyorum: “Politikacılar mı millet mi ilkesiz?”
Önce “İlke”nin tanımını yapalım: Türk Dil Kurumu’na göre; “Temel düşünce, temel inanç, umde, prensip, davranış kuralıdır.” İlkeli kişi ise; disiplinli, kurallara sıkı sıkıya bağlı ve benimsediği düşüncelerden asla taviz vermeyendir.
Toplam 43 yılı aşan devlet memuriyetinden sonra 2018’de emekli oldum. Bu arada profesyonel sendikacılık ve dernek yöneticiliği yaptım; hâlâ Türk Dünyası’na yönelik bir federasyonda ve eğitimle ilgili bir vakıfta yöneticiyim. Yaptığım iyi, güzel, doğru ve başarılı işlerle övünmek yerine, yapamadıklarımla kendimi eleştirmişimdir.
Liseden beri inandığım bir davam var ve hep bunun peşinden koştum. Elime geçen kitap, makale, köşe yazısı ve benzeri her şeyi okumaya, sürekli kendimi geliştirmeye ve yenilemeye çalıştım. Birçok eğitimlere ve kurslara katıldım. Yönetici olarak gittiğim eğitimlerde bile -zorunlu olmadığım halde- dersleri dikkatle takip ettim. İnancımdan ve davamdan taviz vermeden kişilikli, ilkeli, çağdaş biri olmaya uğraştım.
Bir eğitimde hoca; karşılaşılan olaylarda “4-S Formülünü uygulamamızı” söylemişti: Bunlar; sağduyu, sabır, serinkanlılık ve stres yönetimi; sonra da tek tek açıklamıştı. Bir şey daha söylemişti: “Alışkanlıklarınızı sorgulama alışkanlığı kazanın.”
Sohbet ortamlarında -bildiğim kadarıyla- siyaset yapıyordum ama memur olmam sebebiyle gönül verdiğim partime seyrek gidiyordum: Bu durum, uzaktan gözlem yapmama, düşünmeme ve doğru karar vermeme yarıyordu. 1999-2002 yılları arasında yaşadığımız bazı hadiseler, her şeyi yeniden değerlendirmeme sebep oldu. Davamdan ödün vermeden kuşkucu, sorgulayıcı ve bağımsız biri oldum.
2017 Anayasa Referandumu’nda önümüze konan değişiklikleri tasvip de kabul de etmedim. Çünkü getirilmek istenen sistemin hayırlı olmayacağını düşündüm. Her şeyden önce destek verilen partiyle ortak bir yanımız yoktu; hatta “Türklük” hususunda çatışıyorduk. “Beka” söylemi de -Türkler Anadolu’ya geldiğinden beri var olduğundan- inandırıcı gelmiyordu.
Hayatım boyunca birçok insanla karşılaştım, tanıştım; bazılarıyla dost bazılarıyla yabancı oldum. Çevremdeki amirleri, memurları, bakanları, liderleri takip ettim, gözlemledim, kendimce değerlendirdim. Özellikle lider (!) konumundaki kişilerin davranışları, geçmişte yaptıkları, söyledikleri aklıma geldikçe “siyaset bu mu?” diye sordum. Bugün söyledikleri, dünkü söylediklerini yalanlıyordu. “Unutkanlıktan mı yoksa bilerek mi söylüyorlar acaba?” diye düşündüğüm oluyor. Eğer bilerek söylüyorlarsa ilkesizlik bu olsa gerek!..
Aynı durum; güya vatandaşı aydınlatmak için televizyonlarda konuşturulan, aslında konuyla uzaktan-yakından hiç alâkaları olmadığı gibi algı oluşturan ya da yönlendiren bazı aydın, gazeteci, araştırmacı müsveddeleri için de geçerli. Sosyal medya hakeza; mikrofonu eline geçiren, önüne gelene veryansın ediyor!..
Hani Yunus Emre, balıklar için “Derya içreler, deryayı bilmezler” diyor ya! Tıpkı öyle… Bunlar hep kendi dar alanları içinde kaldıklarından, kendilerinin ilkeli olup olmadıklarını düşünmeden karşıyı suçluyorlar. Oysa, dışarıda olanlar; konuşmaları, hareketleri, davranışları daha doğru değerlendirebiliyorlar. Hele bir de geçmişte başınıza bazı olaylar gelmiş veya getirilmişse, buna sebep insanları daha iyi değerlendirebiliyorsunuz.
Hayret ettiğim; geçmişlerine bakmadan, daha önce “beraber yürüdük”leri kişileri eleştiri yağmuruna, hatta iftiraya tutabiliyorlar. İnsanın “siyaset buysa, batsın böyle siyaset” diyesi geliyor. İmanımızı, inancımızı, ibadetimizi ölçen, sorgulayan “imanölçer”ciler gibi şimdi de eline “ilkeölçer” alet alan -işlerine gelmeyen gelişmeler karşısında- ilkeli durup durmadığımızı ölçüyorlar!..
Halbuki, birazcık aynaya baksalar ve özeleştiri yapsalar; asıl ilkesiz kimlermiş görebilirler. Maalesef! Resmî ve sivil kuruluşlarda göreve getirilen makam ve mevki sahiplerinde -genelleştirmek istemiyorum ama- ilkesizlik çok arttı. Siyaset de medya da böyle… Bu duruma gelişimizin en büyük sebebi; mevzuata uyulmaması, Anayasaya dahil her şeyin çiğnenmesidir.
Bir ülkede gelir adaletsizliği, ekonomik zorluklar, bütçe açıkları yanında, mafya, uyuşturucu, karapara iç içe geçmiş ülkeyi soyuyorsa; yalan-dolan-talan devam ediyorsa ilkelerden bahsedilmesi mümkün değildir.
II.Abdülhamid döneminde İstanbul’da bulunan Macar Türkolog Arminius Vambery (1832-1913), günlüklerinde diyor ki; “Türkler en mert, saf ve güvenilir insanlardır. Muhataplarını da kendileri gibi bilirler ve her söylenene itimat ederler. Bilhassa dinî ve manevî bahislerde kimsenin yalan söyleyeceğine asla ihtimal vermezler."
Evet, Vambery’nin söyledikleri sözler, milletimizin genel özellikleridir ama “saf!” diye belirtilen, aslında “iyiniyetli ve merhametli” olarak tanımladığım suistimal edilen zaaflarımız da vardır. Bu yüzden çok çabuk kandırılıyoruz; sonuçta gerek bireysel gerek toplumsal ve gerekse millet olarak acılar yaşıyoruz. İbret veya ders alıyor muyuz? Hayır!..
6 Şubat’taki büyük deprem felaketinden sonra 4-6 Mart arasında bir de siyasi deprem yaşadık. Çok tez canlı ve duygusal bir millet olduğumuzdan, bu kriz hemen bir kızgınlık, dolayısıyla tepki yarattı. Özellikle yukarıda bahsettiğim, onun-bunun borazanlığını yapan kesimler hemen devreye girip bunu daha da körüklediler; fırsatı ganimete çevirmeye çalıştılar.
Sağcısı- solcusu; arkasını-önünü düşünmeden hakaretlere, küfürlere, yalanlara başladılar: Hain, cambaz, adam/parti satma, bir partiyi bölme, operasyonlar vb. laflar, iftiralar gırla gitti. Düşünmediler ki, birbirine hiç benzemeyen; sözleri, söylemleri, tüzükleri, programları ayrı olan bu altı parti; bir katılımcılık ve takım çalışması örneği göstererek bir araya gelmişler: “Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş” konusunda uzun süredir bir çalışma yapmışlar. Böyle tartışmaların çıkması çok normaldir ve mutlaka kendi içlerinde daha önce de yaşamışlardır.
Ben, yaratılışım/ karakterim gereği sakin, sabırlı, soğukkanlı ve sağduyuluyumdur. Geçmişte böyle durumlar çok yaşadığımızdan tecrübeli sayılırız. Görüştüğüm arkadaşlara, “konuyu sıcağı sıcağına değerlendirmek yanlış olur, acele etmeyin” dedim. Sonra tatlıya bağlandı. “Her şeyde bir hayır vardır”; ileride ne olur bilemem ama bence sonuç güzel oldu: Heyecan, dinamizm, sinerji oluştu ve partiler yeni bir ivme kazandılar.
“Millet ittifakı”nda bunlar olurken “Cumhur ittifakı”nda neler oluyor, çok bilmiyoruz; çünkü şeffaflık yok. Son duyduğumuz; karşıyı HDP’yle görüşüyor diye eleştirirlerken kendileri de HÜDA-PAR’ı ittifaka almışlar.
Herhangi bir toplulukta -kurallar içinde olmak kaydıyla- tartışma yoksa orada fikir de, ortak düşünce de, gelişme de olmaz. Mesela; itaat ve biat kültürünün ağır bastığı yerde fikirlerin tartışılması, ortak görüşlerin çıkması, doğru yolun bulunması zaten mümkün değildir. Çünkü kararlar, tek yerden/kişiden çıkar. Ülkenin içinde bulunduğu durum, yani beş yıldır uygulanan sistem yürümüyor; yürümez. Ben değişmesi taraftarıyım: Eskiye değil, cumhuriyetin kuruluş ilkelerine dönmeyi istiyorum.
Parti yöneticileri; birbirlerini suçlama yerine yalan-yanlış davranış ve söylemlerinden vazgeçip vatandaşları inandırıcı ilkeli davranış sergilesinler. Beklentimiz bu!..