Geçen haftaki yazımı “Peki, bugün ki memurlar mutlular mı? Çalışma hevesleri var mı?..” diye tamamlamıştım. Bakanlığa yaptığım ziyaretlerde eski-yeni tüm çalışanların huzursuz ve mutsuz olduklarını görüyorum: Bunu kendileri de dillendiriyorlar. Gerçekten de çok haksızlıklar ve yanlışlıklar yapılıyor. Ama mutlu olanlar da var: “Kimler derseniz?”, hiç hak etmedikleri halde basamak atlayarak makamlara gelenler. Daha önce de bu konuları yazmıştım.
Eskiden -Başbakanlık da dahil- tüm bakanlıklar da müsteşar ve müsteşar yardımcıları vardı; bunlar genelde kurum içerisinden yükselerek bu makamlara geldiklerinden konulara, işleyişe ve bürokrasiye hâkimdiler. Şimdi bu makamlar kaldırıldı, yerine bakan yardımcıları getirildi. Bakan yardımcıları çoğunlukla kurum dışından atandığından; hem konulara vâkıf değiller hem de siyasi olmaktalar veya bu makamı siyasete geçişin bir basamağı olarak görmekteler. Dolayısıyla siyasi davranmakta ve her olaya popülist yaklaşmaktadırlar. Kuruma da fazla bir katkıları olmamaktadır.
Bu dönem atanan bürokratlarda “büyüklük kompleksi” ve/veya “güç zehirlenmesi” görülmektedir: Mütevazı değiller. Sanki “ben hesap vermem, bana kimse hesap soramaz” gibi bir anlayışları var. Zannımca, hak etmeden bu makamlara gelmelerinden ve devletin işleyişini bilmemelerindendir. Teftiş / denetim endişesi taşımamaları ve oto-kontrol olmaması da etkili olabilir. Denetim konusu 2018 yılı Sayıştay raporunda da eleştirilmişti.
Yöneticiler -doğruluğu veya yanlışlığı tartışılmadan- kendi bildiklerini / fikirlerini uygulamak istemektedirler. Bakanlıklardaki uygulama ve işleyiş hatalarının, yanlışlıkların, haksızlıkların, hukuksuzlukların, adaletsizliklerin sebebi de buradan başlamaktadır. Kadrolaşma ve popülist anlayışla çıkarılan tüm mevzuat; çalışanlar ve vatandaşlar aleyhine olduğundan, açılan dava sayıları da bu dönemde aşırı derecede artmıştır.
Diğer yandan, kurumlarda “ilkesizlik” de had safhadadır. Teamüller bir tarafa mevzuata bile uyulmamaktadır. Yöneticilerde; çalışanların hakkını gözetmek, tecrübeye ve birikime saygı duymak, personelin bilgi ve görgüsünden yararlanmak gibi müspet düşünceler bulunmamaktadır. Bunlar olmayınca hiyerarşi de çalışma disiplini de yok olmaktadır.
Yöneticileri makamlarında bulmak mümkün değildir: Bir şekilde ya yurt içine ya da yurt dışına göreve gidiyorlar. Eskiden yurtiçi ve yurtdışı görevlendirme onayları, basit iki cümle ile değil gerekçeli olarak “bu görevlendirmeye neden ihtiyaç duyulduğu” yazılırdı. Ve onaylar ve ödeme emirleri müsteşar veya müsteşar yardımcıları tarafından imzalanırdı. Dolayısıyla kontrol vardı ve keyfi uygulama yapılamazdı. Son yıllarda “işleri hızlandırıyoruz anlayışı ile” ita amiri (harcama yetkilisi) değiştirildi ve harcama belgeleri Genel Müdürlükler / Başkanlıklar içerisinde imzalanmaya başlandı. Bu durum oto-kontrolü (amirler iyi niyetli olsalar dahi ehil olmayışları nedeniyle) ortadan kaldırdı.
Eskiden kamu malları, bütçe ve kaynaklar, tasarruf anlayışıyla kullanılmaktaydı. Şimdiyse insafsızca ve vicdansızca harcama ve israf yapılmaktadır. Bakanlıkta sürekli tadilat, badana-boya gibi işler yapılıyor, “kullanılır durumdaki demirbaşlar atılıyor” yerine yeni mefruşat, mensucat, donanım eşyaları alınıyor. Maşallah! makamlar çok lüks ve şatafatlı, eşyalar son model, lambalar ışıl ışıl / parıl parıl; ama iş ve hizmet olarak derseniz!..
Ne zaman Bakanlığa ziyarete gitsem fiziki olarak bir yerlerin değiştiğini görüyor, üzülüyorum. Gerçek ihtiyaçlar belirlenmeden devamlı harcama yapılıyor. Maalesef! “Her yolun mübah sayıldığı” ahlakça yozlaşan bir dönem yaşıyoruz. Ülke bu haldeyken bile devletin maliyesini / hazinesini düşünmedikleri gibi, Allah’tan korkuları da yok.
Bakanlıkta öyle anlamsız toplantılar, eğitimler, geziler, ziyaretler, görevler organize ediliyor ki, şaşmamak mümkün değil. Ülkemizin en güzide yerlerinde en lüks oteller seçiliyor; getirisi-götürüsü düşünmeden, amaçsız toplantılar düzenleniyor; yeniliyor - içiliyor, geziliyor - tozuluyor, eğleniliyor ve dönülüyor. Bu dönemde Harcırah Kanunu (H Cetveli)’nda yapılan değişiklikle de görev yolluğu tam olarak alınabiliyor. Şimdi burada şunu düşünebilirsiniz: “Memurlar zaten az ücret alıyorlar, bırak da yararlansınlar.” Evet, doğru… Yıllarca sendikacılık yapan biri olarak bunu biliyorum, ama esas olan maaşların artırılmasıdır. Herkesin göreve gitmediğine ve yolluktan faydalanamadığına dikkatinizi çekerim.
Eskiden bakanlıkların temel direği şube müdürleriydi (Özellikle Prof.Dr. Ömer Dinçer’in bakanlığından bu yana itibarsızlaştırıldılar). Bütün işler, memur ve şefler tarafından yürütülmekle birlikte esas sorumlu şube müdürleriydi (Bakanlıktaki uzmanlar sorunu ayrı bir yazı konusu). Şubenin tüm işleri onlarla başlar, onlarla yürürdü. Bakan, müsteşar veya müsteşar yardımcıları; imza için kendisine gelen yazıda tereddüt ederse bizzat şube müdürünü çağırarak bilgi alırlardı. Şubenin esas sahibinin ve konuyu en iyi bilenin şube müdürü olduğunu bilirlerdi. Çünkü alt basamaklarda görev yaparak bu makamlara gelirlerdi: Şimdikiler gibi tepeden paraşütle inmezlerdi.
Memuriyetimizin ilk yıllarında, devlet ciddiyetini ve disiplinini; önce bağlı olduğumuz şube müdürlerinden, sonra da daha üst amirlerimizden gördük. Devlet memurluğunu ve işlerimizi onlardan öğrendik; her işimizi onlara danışarak yaptık. Çok iyi, insancıl, bilgili, tecrübeli, paylaşımcı şube müdürlerle çalıştık; bizlere rehberlik yaptılar, eğittiler, yardım ettiler. Kurum içinde veya kurum dışında yapılan toplantılara / komisyonlara, kurumu temsilen şube müdürleri görevlendirilirdi. Memurlarla ne kadar kardeşçe, arkadaşça olsalar da, eskilerin bir ağırlıkları vardı: Şimdikiler gibi (bazı yöneticileri tenzih ederim) oturmasını-kalkmasını, nerede ne konuşacağını bilmeyen; davranış bozukluğu olan, cahil (devlet işleyişi ve mevzuatı açısından) kimseler değillerdi. Şimdiki yöneticilere bakınca; ister istemez “devletin bürokratları bunlar mı?” diye şaşkınlık geçiriyorsunuz. Tabii ki kızdığımız insanlar da vardı, ama bugünkülere göre “gelen gideni aratırmış misali” o insanları rahmetle ve minnetle anmamak mümkün değil.
Eskiden şube müdürleri; iş takipçilerinin birinci derece muhatabıydı, dilekçelere verilen cevap yazılarına ve başka dairelere gönderilen çıkma yazılarına imza atabiliyorlardı. Hatta birlikte çalıştığı astlarının birinci sicil amiriydi. Son çıkarılan “İmza Yönergesi” ile şube müdürlerinin yazıları imzalama yetkisi kaldırıldı. Ancak, mevzuat değişikliği ile yetki verilmesine rağmen, mevcut daire başkanı ve üst amirler de bu yetkiyi kullanmaktan çekinen yöneticiler görülmektedir. Özellikle çok önemli yazılara “herhalde yarın benden hesap sorulur korkusu ile” imza atmamaktadırlar. Eski şube müdürlerinin gösterdiği cesareti, bugün ki bürokratların bir çoğu gösterememektedir.
Anlayacağınız bürokraside görev, yetki ve sorumluluklar uygulanmayınca, herkes bildiğini okumaya başladı ve devlette otorite ve disiplin kalmadı. Yönetimde şeffaflık ve hesap verilebilirlik zaten yok. İşler kapalı kapılar ardında planlanıyor ve yapılıyor, ardından "ben yaptım oldu" zihniyeti yerleşiyor. Devlette hak ve adalet yerine haksızlık, zulüm ve kayırmacılık hâkim oluyor.
Çözüm; Bakanından en alttaki bürokrata kadar tüm makamlara hak eden, ehliyet ve liyakat sahibi personelin (özellikle kurum içine dayalı) atanabileceği bir sistemi kurmaktan geçmektedir.