Çocukluğumda seyrettiğim tarihi filmler; hayalî de olsa gönlümü okşuyor, Türk olmaktan gurur duymamı sağlıyordu. Bugün de sinema ve televizyon kanalları için tarihi filmler / diziler çekiliyor: Mümkün oldukça seyrediyorum.
Tarih, geçmişi anlatan bilim dalıdır. Dünyanın en kadim milleti olan “Türk Milleti”nin -gıpta ile bakılan- büyük bir tarihi vardır. Bugünden bakarak eksik ve yanlış gördüğümüz hususlar olabilir. Ancak, tarihle kavga edilmez; objektif bakılır ve ders alınır, ibret alınır.
Tarihe ideolojik bakmak, taraflı ve sübjektif olmak, sadece para kazanma ve magazin amaçlı yapmak, bir yerlere yaranmak ve katkı sağlamak gayesiyle çekmek; yanlıştır. Çünkü insanları tarihten uzaklaştırır; “kirli bilgilendirmeler”, nesilleri yanlış tarihle yüz yüze bırakır. Devamında “tarihimizle yüzleşelim” denilmeye başlanır. Bu sebeple, “tarih şuuru” oluşturmak isteniyorsa; tarihî filmler / diziler, doğrular ve gerçekler üzerinden çekilmelidir.
“Kuruluş: Osman” ve “Uyanış: Büyük Selçuklu” dizilerini seyrediyorum. Bazan çok gülünç buluyorum, bazan da üzülüyorum. Tarih, çoğu zaman tekerrür etse de; bu filmler / diziler sanki algı oluşturmak, bugüne mesaj vermek için yapılmış gibi!..
Diğer yandan; tarihimizi, aşırı şekilde dinî kisveye büründürmeyelim. Unutmayalım ki; “Türk Töresi”nin hâkim olduğu bir zaman dilimi anlatılıyor.
Burada büyük bir vebal vardır; dikkatli olalım. Zaten millet olarak okumuyoruz; gördüğümüzle, duyduğumuzla yaşıyoruz.
Tarih, “Türklük davası”nın bir parçasıdır. Tabii kendimizi gerçekten “Türk hissediyorsak!..”
Ankara’da lise yıllarım
Elbistan’da ortaokulu bitirdikten sonra 1968 yılında Ankara’ya geldim. Mamak İlçesi Abidinpaşa semtindeki Balkiraz Lisesi (okurken adı Başkent Lisesi oldu) Fen bölümüne kaydoldum. Deneme lisesi imiş ve pilot okulmuş. Kitaplarımızın hacmi, ağırlığı, ebadı bir tarafa fen dersi kitaplarının üzerinde, “Modern Matematik, Modern Kimya, Modern Fizik, Modern Biyoloji” yazılıydı. Sonraki yıllarda fizik kitabının ODTÜ’nde okutulduğunu gördüm.
İlk yıllarda öğrenci olayları olmamakla birlikte okul dağıldığında bazı gerginlikler yaşanıyordu. Başlangıçta herhangi bir bilgiye sahip olmadığımdan bu gerginliklere pek anlam veremiyordum. 1970’li yıllarda meseleyi anlamaya başlamıştım. Ancak, Anadolu’nun küçük bir ilçesinden gelen ve vasat bir öğrenci olan benim için, öncelik dersler ve sınıf geçmek olduğundan fazla önemsemiyor, doğru eve gidiyordum.
Evimiz; Demirlibahçe Mahallesi Doğanbahçe Sokağı’nda 71 numaradaydı.
İlk lise arkadaşım
Hem okuldan hem mahalleden Erol isimli Artvinli bir arkadaşım vardı. “Demirlibahçe Merkez Cami”nin önünden geçen “Ağaçlı Caddesi”nin yukarısında köşedeki evde otururlardı. Okul güzergahı üzerindeydi. Her sabah yürüyerek onların evinin önüne gelir, birlikte okula giderdik. Karşılaştığımız, aynı bölgede oturan bazı kız ve erkek arkadaşlar yolda bize katılırlardı. Okul yaklaşık 20 dakika sürüyordu.
Erol’la çok iyi anlaşmıştık. Kendisi akordiyon çalardı: Türk Sanat Müziği ve Türk Folk Müziği’ne meraklıydı. Benim de müziğe karşı ilgim vardı, sesim fena değildi; birlikte söylerdik. 1969’da Barış Manço’nun meşhur “Dağlar Dağlar” adlı şarkısını çok severdik; en çok onu okurduk.
Yanılmıyorsam, 1969 yılı Nisan-Mayıs ayı olabilir; Erol’la Yenimahalle’de bulunan Gençlik Merkezi’ne gittik. O yıllarda Dikimevi’nden Yenimahalle’ye giden Troleybus (üstündeki iki kolla elektrik tellerine sürtünerek hareket eden, halk arasında “boynuzlu” denilen otobüs) ile Yenimahalle’ye gittik. Gençlik merkezinde folklor çalışması yapıyorlarmış. Hemen bizi Elazığ oyunlarına kaydettiler. O sırada prova çalışmaları yeni başlamış, iki saat kadar katıldık. Bacaklarımız çok yoruldu. Bundan mıdır, yoksa uzak oluşundan mıdır nedir, bir daha gitmedik. Zaten derslerimiz çok ağırdı. Ancak, Gençlik Merkezi’ndeki konuşmalardan Erol’un sola meyilli olduğunu fark ettim.
Bir anım ve davaya giriş
“Ergenekon Tablosu Depoya…” başlıklı yazımda biraz bahsetmiştim: 1969 yılı sonlarıydı. Okuldan bazı arkadaşların teklifi üzerine Türk Ocağı binasına konferansa gittik. Vardığımızda konferans bitmişti. Konferansı, adını ilk defa duyduğum Alpaslan Türkeş vermiş. Konferansın verildiği tiyatro salonunu gezdik. Sahnenin tam üstünde bronzdan bir “kurt başı” vardı. Bina, Atatürk döneminde yapılmış. Arkadaşlarla biraz dolaştık sonra eve geldim.
Akşam astsubay olan ağabeyimle konuştuk. Dolaştığım yerleri ve Alpaslan Türkeş’i söyledim. “Evet, biliyorum. 27 Mayıs 1960 ihtilalinde radyodan ilk bildiriyi okumuştu. Sonra ihtilali yapanlar arasında ayrılık olmuştu, Hindistan’a gitmişti. Döndüğünü anladım; çünkü geçen namaza, Demirlibahçe Merkez Camisi’ne gelmişti, Cuma’da gördüm. Çıkışta cemaatten bazı kişilerle ayak üstü sohbet ediyordu” dedi. Artık Alpaslan Türkeş adı zihnimde yavaş yavaş yer etmeye başladı ama yine de gruplara katılmakta tereddüt ediyordum.
1970-1971 yıllarında olaylar olmaya başladı. Okul dağıldığında öğrenciler arasında karşılıklı sataşmalarla veya bildiri dağıtma yüzünden kavgalar çıkıyor, yaralanmalar oluyordu. Abidinpaşa’nın az ilerisi Tuzluçayır’dı. Mahalleler bile ideolojik olarak, hatta mezhep olarak ayrılmaya başlamıştı.
Son sınıfta iken sınıf başkanı olmuştum (öğrenciler mi seçti, okul idaresi mi verdi, hatırlamıyorum). O zamanlar liselerarası futbol müsabakaları olurdu. Her okulun öğrencileri kendi takımlarını desteklemek için topluca maça giderlerdi. Yıldırım Bayezit Lisesi futbol takımı, Ankara’nın en güçlü takımıydı, Türkiye şampiyonuydular. Yanılmıyorsam, dünya şampiyonlukları da vardı. Lisemizin bu takımla 19 Mayıs Stadyumunda maçı olacaktı. Hep birlikte maça gittik: Zaten beden eğitimi öğretmenleri yoklama alıyordu.
Maç başladı; bir süre sonra karşılıklı sloganlar atılmaya başlandı. Takımı destekleyen slogan yerine ideolojik sloganlara dönüştü. Bu arada ön tribünlerde oturan taraftarlar arasında itiş-kakış oldu ve ardında kavga çıktı; yumruklaşmalar başladı, iş büyüdü. Biz, birkaç arkadaşla yukarı tribünlerdeydik ve olayın dışındaydık. Yanımdakilerle birlikte dışarı çıkmak için çıkışa yöneldik. Okulumuz müdür yardımcısı da statta, öndeydi. Arkadaki gürültüye dönüp bakınca, beni gördü. Yanımdakiler de aşağıya inip kavgaya karışmışlardı. Yanılmıyorsam, olaylar üzerine maç dağıldı. Herkesle birlikte ben de stattan çıktım. Meğer Yıldırım Bayezit Lisesi’ne sol görüşlü öğrenciler hâkimmiş.
Ertesi gün, okul dağılırken sınıf mümessili (başkan) olarak yoklama defterini müdür yardımcısının odasına götürdüm. Adam beni hatırladı, herhalde beni de kavga edenlerden sanmış ki, “ya büyük bir olay çıksaydı” diye azarlayarak iki tokat vurdu ve “çık dışarı” diye odadan kovdu. Yoklama defterlerini teslim için gelen diğer sınıf başkanları durumu gördüler; dışardaki bazı öğrenciler de gürültüyü duymuşlar, beni bekliyorlardı: “Ne oldu” dediler, “bir şey anlamadım ama maçtaki olaydan dolayı bana kızdı” dedim.
Çocukluktan beri kavgacı biri değilim. Ne babamdan ne anamdan tokat yemedim. Sokakta da dayak yememiştim. Bu tokatlar çok zoruma gitmişti.