Her Cuma’ya gittiğimde camiden gerilerek ve strese girerek çıktığımdan bahsetmiştim. Gerçekten; bu Diyanet, millî hassasiyetleri olan bizlerin psikolojileri ile oynuyor. Bu Cuma, 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na rast geldi. Hutbe; Peygamberimizin, Uhud Savaşı’nda şehit düşen bir yetim çocuğunun başını okşamasıyla başlayınca, ben de sandım ki, Kurtuluş Savaşı’nda şehit düşen askerlerimizin yetimlerine bağlayacaklar. Nerde! Ne bayrama değindiler ne de milli mücadelemize… I.Dünya Savaşı’nda onlarca cephede şehit verdiğimiz milyonlarca Osmanlı (Türk) askerinin yetimlerinden de bahsetmediler. O yıllarda bizim sülalede bile 40’a yakın yetim ve öksüz kalmış. Yani, anlayacağınız Diyanet, milli değerlerimize karşı cephe almış gidiyor. Manevi değerlerimizin durumu da ortada!..
Geçen haftadaki yazımızın devamına gelince:
Kader anlayışı
Buna en güzel örneği Fatma Çelik köşesinde (11/04/2021, Yeniçağ) yazmış: “Tarih boyunca muktedirler yaptıkları zulümlere hep beşeri ve dini açıklamalar getirmişlerdir. Akademik metinlere göre; Hazreti Hüseyin Kerbela’da 33 mızrak yarası ve 33 kılıç darbesi ile şehit edildikten sonra Yezid, Ehl-i Beytin mensuplarına: ‘Benden nefret ettiğinizi biliyorum. Keşke başka türlü olsaydı ama kader-i ilahi böyleymiş, ne yapalım?’ demiştir. İşte bu ‘sorgulamayın, kader böyleymiş’ Emevi anlayışı kendi saltanatlarını tahkim etmek için yüzyıllar boyu kullanılagelmiştir.
Günümüz İslam dünyasında, Selefi anlayış; büyük maddi kaynaklarla bunun akademik alt yapısını tahkim etmeye çalışmaktadır. Afganistan’da, Irak’ta ve diğer İslam beldelerinde İslam mabetlerine, pazar yerlerine bomba koyup çocukları parçalayan anlayış; ‘ben ona şehadet bahşettim. En büyük mertebe şehitlik değil mi? Niye kızıyorsunuz, niye lanetliyorsunuz ki?’ diyerek kendi anlayışını savunmaktadır.”
İslâm’ın şehitlik ve kader anlayışını böyle mi yorumlayacağız? Bu “Allah’a suç atmak” değil mi? Oysa bizim medeniyetimizde, bizim anlayışımızda insanı yaşatmak esastır. Çünkü insan varsa, her şey mümkündür. Aynen Şeyh Edebali’nin dediği gibi; “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!”
Akıl ve nakil
“Aklı olmayanın dini de yoktur.” Büyüklerimiz, “en önemli sağlık, akıl sağlığıdır” derler; akıl, zekâ, idrak, şuur, mantık çok önemlidir. Buna rağmen, aklını bir kenara koyanları, kullanmayanları; hiç araştırmadan, sorgulamadan başkalarının aklı ile hareket edenleri; belki kendisinden daha cahil, daha aşağı, çukurda bir insana biat edenleri, itaat edenleri, sadakat gösterenleri; ne yapacağız? “Yazıklar olsun onlara!..”
Dinimizde ruhbanlık yoktur; Allah ile kul arasına kimse giremez. Kur’an’da açıkça ifade edildiği halde bazı din adamlarına, şeyhlere veya bu kişilerin oluşturduğu cemaat ve tarikatlara bağlanmak suretiyle Allah’a yaklaşacağını sanmak ya da bunları araya sokmak yanlıştır. Böyle birinin, Allah’ın kendisine verdiği özgürlüğü ve özgür iradesini kendi eliyle teslim etmesi demektir. “İnsan, kendisinin başı boş bırakıldığını mı sanıyor?” ifadesini yanlış yorumlamaktır. Müslüman, aklını kullanmak zorundadır.
Ebu Hanife gibi, Maturidi gibi, Hoca Ahmet Yesevi gibi büyük alimlerimiz; akılla nakil arasında tercihte kalırsak aklı tercih etmemizi öğütlemişlerdir.
Gösteriş
Onlar, gösterişten uzak ibadet yapıyorlardı ve emekleriyle hayatlarını sürdürüyorlardı. Ya şimdikiler!.. Geçenlerde, Şemseddin-i Sivasî'nin (ö.1597) “İbret-nümâ” adlı mesnevisinden “Âbid ile Köpek” başlıklı bir hikâye okudum (Ahmet Sevgi, 07/04/2021, Yeniçağ):
“Bir kişi ibadet etmek maksadıyla bir gece mescide gider. Ortalık karanlıktır. Mescitte bir müddet ibadet ettikten sonra kapıdan birisinin girdiğini hisseder. Benim gibi ibadet etmek isteyen başkaları da varmış diye düşünür. Sonra, muhtemelen beni tanıyordur, ibadete devam edeyim ki ne kadar çok namaz kılıp tespih çekiyor desin diye ibadete devam eder. Derken şafak söker, etraf aydınlanmaya başlar. Bir de bakar ki kendisi gibi ibadet eden biri zannettiği şey bir köpek ve yatmış uyuyor.”
Kadının yöneticiliği
Radikal İslâmcıların bir iddiası da kadınların yönetici olamayacağı şeklindedir. 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi, bu sözü bana söyleyenler oldu. Türk tarihini ve az-çok Kur’an’ı bilen biri olarak bu söze inanmadığım için gereken cevabı vermiştim.
Aslında İslâm tarihinde de güçlü kadınlar vardır: Mesela, Peygamberimizin eşi Hz.Ayşe. Hocalar, vaazlarında çok anarlar ve birçok hadisin naklini ona bağlarlar. Ama “Cemel Vakası”nın tarafı olduğunu pek anlatmazlar.
Cemel Vakası; Hz.Osman’ın öldürülmesinden sonra halife seçilen Hz.Ali ile Peygamberimizin eşi Hz.Ayşe arasında geçen bir iç savaştır. Olay biat edip etmeme ve halifelik makamı meselesinden doğmuştur. Hâlâ tartışması devam etmektedir.
Kabile kültürü ve süt anne
Araplar da kabile kültürü çok baskındır. Mesela; amcası Ebû Tâlib, peygamberimizi savunmasına rağmen Arap kabile reislerinin gururları ve atalarının yoluna bağlı olma zaafları yüzünden İslâmiyet’i kabul ettiğini açıklayamamıştır: “Müslüman mı, müşrik mi?” olarak öldüğü tartışmalıdır.
Türkler; başlangıçta Gök Tanrı inancına sahip olsalar da çok din değiştirmişlerdir; son olarak çoğunlukla İslâmiyet’te karar kılmışlardır.
Araplar da bir de süt anne konusu vardır: Bunun eleştirilecek tarafı yok ama doğan çocuğun annesinin ölmesi veya başka zorunluluk hariç Türkler de süt anneye verme görülmez.
Mekkeli zengin aileler; yeni doğan çocuklarını çölde sağlıklı büyümesi ve fasih Arapça’yı öğrenmesi için bir süt anneye verirler. Arap bedevî kadınları da süt anne olmayı bir gelir kaynağı olarak görmektedirler.
Ad verme
Nisan ayı başlarında basına bir haber düşmüştü: İran’ın Erdebil kentinde yaşayan Azerbaycan Türk’ü görme engelli sokak müzisyeni Seccad Colani, yetkililere “eğer ‘Ayıl’ bebeğimin kimliğini vermezseniz ailemle müdürlük binasının kapısının önünde oturma eylemi başlatacağım” demesi üzerine, “9 ay sonra bebeğimin kimliğini vermeyi kabul ettiler” şeklindeydi. “İran’da bebeklerine Türkçe isim vermek isteyen ailelerin sorununun bir an önce çözüme kavuşmasını umduğunu” söylemişti. (Ayıl, “uyanmak ve ayağa kalkmak” anlamına gelmektedir.)
Hocaların bir saplantısı da Müslümanları, çocuklarına Arap adı vermeye zorlamalarıdır. Çocuklarına Arap ismi verenlere sorduğumuzda, “Kur’an’da geçiyordu, onun için bu ismi verdik” diyorlar. Düşünmezler ki; Kur’an, Arapça indirildiği için içindeki sözcükler de tabii ki Arapça olacaktır. Kur’an dünyada olmayan bir dille inmiş olsaydı, savunma haklı olabilirdi ama o zaman da Kur’an’ı ve Allah’ın emirlerini Araplar anlayamazlardı.
Ord.Prof.Dr. Zeki Velidi Togan: “Türk halkı, Ebu Cehil’in gerçek adı Hişam dahil ne isim varsa çocuklarına verdiler ama, biz İslâm’a en büyük hizmeti yapan Sultan Alparslan’ın ismini bin senedir bir Arap çocuğuna verdiremedik.” demektedir.
Sonuç olarak; ne çocuklar ne ebeveynler, isimle “takva” sahibi olurlar: Ama Türk adları vererek Araplarla farklılığımızı ve kimliğimizi ortaya koyarız.