Diplomasi; kısaca ülkelerin, uluslararası ilişkiler çerçevesinde birbirleriyle iletişim kurma, kendi amaçları, hedefleri, çıkarları doğrultusunda aralarındaki sorunları çözme, anlaşma çabalarıdır diyebiliriz. Bu işler, çeşitli unvanlar altında dışişlerinde görevli kişiler tarafından yürütülmekte olup bu görevlilere genelde diplomat denilmektedir. Diplomasi, zamana ve yönteme göre geleneksel, gizli, açık, kamu, mekik vs. şeklinde tasnif edilmektedir.
Bilimin ve teknolojinin gelişmesiyle iletişim, haberleşme ve istihbarat unsurları da gelişmiş ve dış ilişkilerde etkili olmaya başlamıştır. Dolayısıyla bugün daha hassas olunması ve dengelere dikkat edilmesi gerekmektedir. Dış politikada ırk, dil, din, mezhep, ideoloji birliği hiçbir fayda sağlamaz. İyi niyetle de olsa “eşim, dostum, arkadaşım, canım, ciğerim gibi” sözlerin yeri yoktur. Veya “heyt”le başlayan bağırmaların, azarlamaların, kızmaların da anlamı, faydası ve gereği yoktur. Bu tavırlar kimseyi “dünya lideri” yapmaz! Görüşmelerde esas olan ve öne çıkan, her ülkenin kendi çıkarlarına odaklanması, savunması ve elde etmesidir. Görüşmelerin sonuçları gizlense bile zamanla bir şekilde ortaya çıkar.
İktidarlara göre küçük değişiklikler yapılsa da, genelde her devletin akılcı, bilinçli, ilkeli ve diplomasinin kurallarına göre uyguladığı/ yürüttüğü bir dış politikası vardır. Bu arada şunu belirtmek isterim: Dış işlerinde görev yapanların, alanıyla ilgili çağın gerektirdiği bilgilerle donatılması yanında mevcut devletlerle geçmişte/ tarihte yaşanan münasebetleri çok iyi bilmeleri gerekir. Tarih şuuru ve bilgisi çok önemlidir.
Dış politikada yapılan yanlışlar, hatalar ve zikzaklar; güven kaybına sebep olur. Bugün ülkemizin yaşadığı -yönetimden kaynaklı- sorun budur. Hele de oy kaygısıyla içeriye başka dışarıya başka konuşmak ya da görüntü vermek, şahısların olmasa bile ülke itibarını etkiler.
Dış politika, “Millî bir davadır”; böyle bakılmalı, ileri görüşlü/ öngörülü olunmalı ve sonuçları tahmin edilerek adımlar atılmalıdır. Dış politika da dahil, her konuya geniş çerçeveden bakılmalı, “ideolojik veya at gözlüğü” ile bakılmamalıdır.
Sayın cumhurbaşkanının son günlerde Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve İsrail gibi devletlerle temasa geçme, arayı düzeltme çabaları görülüyor; Suriye ile de barışılacağı sinyali veriliyor. Devletler arası ilişkileri, komşumuzla olan ilişkilere benzetsek dahi ikisi aynı değildir. Komşumuzla ilişkilerimizin bozulması, yakın çevremizi ilgilendirir ama ülkelerin ilişkileri tamamen “milletin kaderi”yle ilgilidir. Keşke doğru bir diplomasi yürütüp veya birilerine kanıp hiç aramız bozulmasaydı. İnşallah! “Yanlışlardan dönülüyor” diyelim.
Belki şimdi farkında değiliz ama yanlış politikaların, ülkede ve millette açtığı yaraları anlatmak ve bu yaralardan ne kadar zamanda kurtulacağımızı tahmin etmek güçtür. Ancak, bütün bunların arkasında yukarıda saydığım devletlerden daha çok süper güç olarak görülen ABD, Rusya ve biraz da AB vardır. Tv’de bir konuşmacı; “büyük devletlerin projesi değişmez; yöntemi değişir” diyordu. Esas mücadelemiz bunlarladır.
Bu kadar önemli bir konuyu iki sayfalık yazıda anlatmak zordur, biliyorum. Aklım erdiğince görüşlerimi yazmaya çalışıyorum. Mesela; 29/08/2021 tarihli “Türkler Anadolu’ya…” başlıklı yazımda, geçmişte birçok millet ve devletle iş birliği ve ittifak yaptığımızdan bahsetmiştim.
Devletler her zaman birbirleriyle savaşacak değillerdir; zaman, zemin, şartlar -insanları olduğu gibi- devletleri de farklı münasebetlere yönlendirebiliyor. Çünkü devletler arasındaki ilişkiler, güçten daha çok çıkara dayalıdır ve gerekiyorsa düşman görülen devletle bile barış ve iş birliği yapılabilmektedir. Ama “elinizi verirken kolunuzu kaptırmamalısınız”.
Konuyu, tarihimizden bir iki örnekle bağlayacağım.
Prof.Dr. Halil İnalcık’ın tercüme ettiği Rene Grousset’in “Stepler İmparatorluğu” adlı eserinde; “…552’den 575 senesine kadar hüküm süren yabgu, yani Batı Tukyularının Hanı İstemi, …Bizanslıların kendisinden ittifak dileğinde bulunduklarına şahit oldu. Filhakika şimdi Tukyular, Amu Derya (Ceyhun) Nehri üzerinde Sasanilerin doğrudan doğruya komşuları vaziyetine gelmişlerdi. Bizanslıların da onlara karşı Tukyularla birleşmekte menfaatleri vardı. Diğer taraftan gayet zeki ve anlayışlı bir şahsiyet olarak görünen İstemi de, İran’dan geçerek Çin sınırlarından Bizans sınırlarına kadar ipek ticareti serbestisini elde etmek için Asya yolları üzerindeki merkezi vaziyetinden istifade etmeyi düşünüyordu. Maniakh adlı bir Sogdlu (Soğdlular Orta Asya’da bu devrin büyük kervancıları idiler) onun tarafından bu maksatla Husrev Nuşirvan’ın yanına gönderildi. Fakat İran, Bizans İmparatorluğu içerisinde ipek satışı inhisarını sırf kendi elinde tutmak istediğinden, Maniakh’ın teklifleri reddedildi. O zaman İstemi İran’a karşı Bizanslılarla doğrudan doğruya anlaşmaya karar verdi. 567 senesinde bunun için aynı Maniakh’ı aşağı Volga ve Kafkasya yoluyla İstanbul sarayına gönderdi.
O zaman hükümdarlık eden İmparator Justin II, Türk elçisinin tekliflerine karşı pek ziyade ilgi göstermiş olmalıdır. Zira dönüşte kendisinin yanına Bizanslı bir elçiyi Zemarchos’u kattı (568). Zemarchos, Akdağlar’ın yani Tanrı Dağları’nın kuzeyinde, Karaşar’ın kuzeybatısında, yukarı Yulduz’un sarp bir vadisi içerisinde bulunan yazlık merkezinde İstemi tarafından kabul edildi. Türk yabgusu ile Bizans elçisi arasında müşterek düşman, Sasani İmparatorluğu’na karşı sıkı bir ittifak akdolundu. Bu sırada gelen ve İstemi’yi Talas civarında bulan bir Sasani elçisine sert bir muamele ile yol verildi ve Türk hükümdarı İran’a harp ilan etti. Bu sırada 572 senesinde Bizanslılar da öteden İran’a karşı yirmi sene sürecek uzun bir harbe girişeceklerdir (572-591).
Aynı zamanda Batı Tukyuları ile Bizanslılar arasında münasebetler pek sıkı bir şekilde devam etmekte idi. Zemarchos Aşağı Volga, Kafkasya ve Gürcistan yoluyla İstanbul’a dönerken İstemi Bizans Tahtına ikinci bir elçi, Anankast’ı göndermekte idi. Bizanslılar da ona sıra ile Eutychios’u, Valentinos’u, Herodien’i ve Kilikyalı Paul’u gönderdiler. (TTK yayını, 2011, s.99)
576’da Bizans İmparatoru Tibere II, Valentinos’u yeniden elçilikle Batı Tukyularına gönderdi; fakat Valentinos yukarı Yulduz’daki payitahta geldiği zaman İstemi ölmüş bulunuyordu. Oğlu ve halefi Tardu (575-603) ona karşı ziyadesiyle gayri memnun bir tavır takındı. Çünkü İstanbul sarayı, Avarlarla yani Güney Rusya’ya sığınan Juan-juan yahut daha ziyade muhtemel olarak Eftalit kalıntılarıyla bir muahede akdetmişti. İşte Tardu bu yüzden, Valentinos’u gayet fena karşıladı (aynı eser, s.100).”
Yılmaz Öztuna (Büyük Türkiye Tarihi); “Attila ilk gençliğini bir Roma sarayında geçirdi; Roma kültürünü ve Latince’yi öğrendi; bilhassa Roma imparatorluğunun bütün zaaflarına dikkat etti ve tahta çıkınca bu zaaflardan dahice faydalanmasını bildi (c.1/s.185).
…Süleyman Şah’ın 1081’den beri İzmir Valisi olan Oğuzlar’ın Çavuldur boyundan Çaka (veya: Çakan) Bey …İstanbul’da imparator Nikeforos Botaneiates’in sarayında tahsil görmüş, Bizans rütbeleri kazanmıştı. Alexius Komnenos’un tahta geçmesi üzerine Anadolu’ya kaçtı. İstanbul’u zaptetmeyi, Bizans imparatoru olmayı düşünüyordu.
Bu sıralarda imparator Alexius’un siyasi dehası Bizans’ı kurtardı. Balkanlar’a yeni inen Kuman Türkleri ile anlaşıp, onlara Balkanlar’da büyük ülkeler vermek bahanesiyle ittifak yaptı. Müşterek Bizans-Kuman ordusu, 29 Nisan 1091’de Meriç’in sol sahilinde Umurbey’de eski Lebinium mevkiinde Peçenekleri yok etti (c.1/s.435).
Peçenekler’le zamanında işbirliği yapamayan Çaka Bey, hükümdarlık, hatta açıkça ileri sürdüğü üzere Bizans imparatorluğu peşinde olduğu için, 1097’de damadı olan I.Sultan Kılıç Arslan tarafından öldürtüldü (c.1/s.436).”
Türk hanedanları arasındaki evliliklerin dışında diğer imparatorlukların, prensliklerin, tekfurların kızları (prensesler) ile yapılan evliliklerine, yazımda yer vermedim!..