Yazımın konusu “Halifelik” olsa da önce bu dönemde “Türklerin İslâmiyetle Karşılaşması” başlıklı 6 Ocak 2018 tarihli yazımdan bahsetmek istiyorum:
Kazakistan’lı Prof.Dr. Dosay KENJETAY’ın “Hoca Ahmet Yesevi’nin Düşünce Sistemi (Hoca Ahmet Yesevi Ocağı Yayınları, Ankara-2003)” adlı kitabından aldığım bölümde; “Tarihte, Türklerin İslâm’la ilk teması Sasani Devleti’nin Müslüman Araplar tarafından fethedilmesiyle başlamıştır. Hz.Osman döneminde, 642’de Ahnaf bin Kays önderliğindeki Müslüman Arap askeri, Nihavent savaşından hemen sonra Ceyhun (Amuderya) nehrini geçmişti. Bu olaydan üç yüz yıl sonra Türklerin Müslümanlığı benimseme süreci olumlu neticeler göstermeye başlamıştır.
Önceleri, Emevilerin İslâm’ı yaymak anlayışını, yeni toprak elde etmek ve zenginlik ve bollukta yaşamak olarak bildiklerini tarihi belgeler de desteklemektedir. Emevilerin bu meyillerine karşı Orta Asya’da sayısız isyan ve karşı koymaların ve hatta siyasi akımların zuhur etmesi kaçınılmaz bir gerçektir. Daha sonra Abbasilerin (750-1258) hilafetin başına geçmesiyle birlikte, Türklerin Müslümanlaşma süreci hız kazanmıştır. İslâm’ın gerçeğini kavrayan Türkler; Kur’an ve Sünnet’e dayanarak, Arap ve Acemlerle mevâlilerin (Arap olmayanların) arasında bu dünya ile ahrette, takvadan başka hiçbir derece ve ayrıcalıklarının olmadığını savunarak, Abbasilerden adalet ve eşitlik talep etmişlerdir. Bunun gibi girişimler sonucunda, Horasan ve Maveraünnehir’deki Türkler devlet işlerinde ve resmi görevlerde yer almaya başlamış ve hilafette mevalilerin ağırlığı artmıştır. Türkler de artık devlet idari sisteminde yer edinmiş ve hilafette eşit hukuk ve sorumluluk sahibi olmaya başlamıştır.
Karluklar, 751 yılında Arap Müslüman askerleri ile birleşip Sırderya (Seyhun) ile Balkaş Gölü arasındaki Talas Muharebesi’nde, Çinlileri Türkistan (Orta Asya) sınırlarından atmışlardır. Bu tarihi savaş Orta Asya’nın kaderini kökünden değiştiren en önemli olay olarak tarih sayfasında yerini almaktadır. Sonuçta Orta Asya Türkleri Çinlileşme tehlikesinden kurtulmuş ve İslam Medeniyeti ile bütünleşmiştir.
Burada diğer bir önemli meseleye değinmek istiyoruz. Bu da Türklerin Müslümanlığı ‘kılıç ve güç’ baskısı altında benimsemesi etrafında oluşan kanaatler hakkındadır. Gerçi, önceleri Emevilerin döneminde Türklerin Araplara karşı direndikleri, savaştıkları, esir düştükleri doğrudur. Bunu tarihi belgeler de onaylamaktadır. Ancak, ilk Türk İslam devleti olan İdil-Bulgarlarının (922 yılında Müslümanlığı kabul etmişlerdir), hiçbir şekilde Arap Müslüman askerleriyle teması söz konusu olmamıştır. İdil Bulgarlarından sonra Türk İslam devleti olarak bildiğimiz Karahanlıların (944-945) Müslümanlığı benimsemesinde, Araplar tarafından herhangi bir askeri baskı veya müdahalenin olmadığına tarih şahittir.
Türklerin Müslümanlığı benimsemesinde, güç veya baskı değil ‘eşit sohbet (diyalog)’ zeminindeki ilişkilerin daha ön planda olduğu aşikârdır. Bunun temel iki sebebi olduğu düşünülebilir. Birinci olarak, toprak veya bir devleti güç ile fethetmek mümkün, ama ‘insan denen varlığın baskı ile fethedilmesi zor bir kale’ olduğu hususunda sufilere hak vermek zorundayız. İkinci olarak, Türklerin İslam’la Arap fütuhatı esnasında tanışmalarına rağmen, Müslümanlığın Türkler tarafından benimsenmesi, Arap-Abbasilerin içten dağıldığı, küçük devletlere parçalandığı ve fütuhat yeteneğinin zayıfladığı döneme, yani X.y.y. sonlarına rastlamaktadır.
Bunların dışında, Türklerin Müslümanlaşması gerçeğinin arkasında, o dönemdeki İslam Medeniyetinin diğer kültürlerden daha üstün olduğu, Türklerin İslam dinini benimsemesinde Eski Türk Düşünce sistemindeki Kök (Tek) Tanrı inancı, Tanrıya kurban sunma olgusu, ruhun ebediliği anlayışı, ahlaki değer açısından alp-eren kurumları, eski Türk töresindeki adalet ilkesi, savaşçı ruhu gibi özelliklerin; İslam dinindeki Tek Tanrı, kurban kesme, ruhun ebediliği, ahret anlayışı, mürüvvet ve ahilik ahlakı, adalet gibi anlayış ve kavramlarla biçimsel benzerliklerinin tesirli olduğunu öne sürenler de mevcuttur.”
Benzer ifadeleri Yılmaz Öztuna (Büyük Türkiye Tarihi)’da da görmekteyiz: “…dini belirsiz bir kavmin siyasi tarihini yazabilmeye imkân yoktur. Dini belirsiz bir kavim zaten millet de değildir.
Vaktiyle sanıldığı gibi, İslâm öncesi Türk tarihi, Türkler’in ilkel bir toplum oldukları devrin tarihi de değildir. Böyle sanıldığı devirlerde henüz ‘Orhun Kitabeleri’ bilinmiyordu. İslâm öncesine ait muazzam Türk şehirleri toprak altından çıkarılmamıştı, binlerce Türkçe Uygur yazması bulunmamıştı.
Türklerin İslâm öncesi dini, Gök Tanrı dini idi. Hıristiyan, Musevî, Buda, Mani dinleri de tecrübe edilmişti ama esas Türk dini, Tanrı dini idi. Türkler bu dinden geçerek İslâm oldular. Zor bir geçiş değildi. Kolay bir geçişti.
Milleti millet yapan dildir. Dil değişirse milliyet değişir. Dinin milli yapı üzerindeki tesiri bu derecede büyük ve kapital değildir. Fakat gene de mühimdir. Nitekim İslâm dini Türklüğe büyük unsurlar getirdi ve bu unsurların tesiriyle asırlar boyu süzüle süzüle Müslüman Türklük ortaya çıktı.
İslâm dinine akıyde bakımından çok kolay geçişi sağlıyan bir unsur, Şaman Türklerin umumiyetle Tek Tanrı’ya inanışlarıdır. İslâm dini ise, bilindiği gibi, Tek Tanrı fikrinin şampiyonudur (c10/s.169-170).
Ahiret’e inanış, öbür dünyada, bu dünyada yapılanların hesabının sorulacağı, bir mükâfat ve mücazat olduğu inanışı da İslâm’a geçişi çok kolaylaştırmıştır. Şaman Türkler, Cennet’e ‘uçmak’ ve Cehennem’e ‘tamuğ’, Ahiret’teki muhakemeye ‘yargu’ diyorlardı.
Nihayet Gök Tanrı dininin bir peygamberi olmaması, İslâm dinine geçişi ve Hazret-i Peygamber’i benimsemeyi, son derece kolaylaştırdı.
Ruhun ebedi ve ölümsüz olduğuna, sadece vücudun öldüğüne inanan, ilâhlarına ‘Uluğ Tengri’ diyen Türkler … İslâm ile milli tanrı devresinden kâinat tanrısı devresine geçilmiştir (c.10/s.177).
Türk adâleti, üstün bir adaletti. Bu sistem, İslâm’dan önceki Türk sisteminden geliyordu ve sonradan İslâm dininin pek hayırlı müesseseleriyle zenginleşmişti (c.10/s.191).”
Bu arada, Türklerin “Gök Tanrı” inancına sahip oldukları ve Türkler’deki “kam” karşılığı kullanılan “Şaman”ın ise Rus araştırmacılar tarafından ortaya atıldığı tartışılmaktadır.
Ayrıca, Emeviler’le ilgili Yılmaz Öztuna: “Emevi devleti, tam bir Arab imparatorluğu idi (c.1/s.327).” derken, Arap ordularının Türkler’le temaslarına değinen Dr.Arslan Tekin (Türk’ün Tarihi) de; “Bu seferin yapıldığı yıllar (711-714) Maveraünnehir’de meşhur Kuteybe bin Müslim idaresindeki Arap ordularının kesin başarılar sağladığı dönemdir (s.126). Emeviler bir nevi Arap milliyetçiliği politikası güderlerken, Abbasiler daha ziyade İslâmiyetin yayılmasıyla ilgili görünüyorlardı. …mahalli halk, Arap milliyetçiliğine, kendilerinin Araplara tâbi hale getirilmelerine karşıydılar (s.149).” demektedir.
Yazıyı Dr.Rıza Nur (Türk Tarihi)’un ifadesiyle bitirelim: “Emevi Arabları, Maveraünnehir’i sağmal inek gibi sağmışlar, Horasan’ı da müthiş bir surette soymuşlardır. …Hatta öyle olmuştu ki, o zamanlar bu Türk yurtlarına ‘Halifelerin Çiftliği’ adı verilmişti (c.1/s.137).”
Haftaya devam…