Dokuz haftadır S.Frederick Starr’ın “Kayıp Aydınlanma” isimli kitabından yararlanarak 13.yüzyıla kadar olan Orta Asya’daki aydınlanma dönemini ve döneme darbe vuran işgal ve istilaları anlatmaya çalıştım. Türk bilim dünyasını öğrenmek açısından, iki yazarımızın eserinden hareketle biraz daha bilgi verip şimdilik konuyu kapatacağım.
Yılmaz Öztuna “Büyük Türkiye Tarihi” adlı 14 ciltlik eserinde, Batı ile karşılaştırarak Orta Asya’da müsbet ilimlerdeki gelişmeyi şöyle belirtmektedir: “…İspanya gibi Katolik ülkelerde ilme karşı taassup devam etmektedir. Mesela 1600 yılında İtalya’da Bruno, Copernic nazariyesini neşrettiği için Inquisition tarafından yakılmıştır. …1633’de Galilea, ancak arzın güneş etrafında döndüğü hakkındaki iddiasını yalanlamak suretiyle Inquisition’dan yakasını kurtarabilmiştir…
Descartes, 1637’de Discours de la Methode’u yayınladı. Fransa’yı şahsı için tehlikeli bulan büyük mütefekkir, hürriyetin daha geniş olduğu Hollanda’da yaşamaya başladı ve Meditations’unu neşretti… “Düşünüyorum, şu halde varım” demekle, Aristo’dan beri mantıkta görülen en büyük hamleyi yaptı. Tanrı’nın nihayetsiz bir cevher olduğuna, herşeyin O’na muhtaç, fakat O’nun hiçbir şeye muhtaç bulunmadığına inanan Descartes’ın düşüncelerinin İslâm felsefesinin vahdet-i vücud nazariyesinden mülhem olduğuna şüphe yoktur.
Diğer taraftan Viete, Türk asıllı büyük bilgin Harezmî’nin bulduğu cebir ilmini tam manasıyla Avrupa’ya tanıttı. …trigonometri, Avrupa’da yayılarak müsbet ilimlerin gelişmelerine zemin hazırladı. Descartes, tahlili hendesenin kurucusu oldu. Pascal, hydrostatique’i, Harvey kanın dolaşımını, Galilea düşme kanununu buldular veya geliştirdiler. (c.5/s.279)
Hekimlikte yeni buluşlar olmuşsa da henüz tıb ilmine uygulanmamıştı. Avrupa’da doktorluk İbni Sina zamanından ileri değildi. Moliere’in eserleri, bu çağ doktorlarının ne derece cahil olduklarını ortaya koymaktadır. Avrupa üniversitelerinde, asrın sonlarına kadar büyük Yunan ve Müslüman hekimlerinin kitapları okutulmakta devam etti. (c.6/s.53)
...Türkler, müşterek İslâm medeniyeti çerçevesinde çalışarak, müsbet ilimler sahasında büyük çizgilere erişmişlerdi. Bu ilimler, devrin klasik ilim dili olan Arabca yazıldığı için Arab ilim ve literatürüne mal edilmişse de Türklerin emeğinin payı çok büyüktür. Birûni, Harezmi, Farabi, Cevheri, Zemahşeri gibi Orta Çağ’a şeref veren, cebir ve trigonometriyi keşfeden, tıbda, astronomide, diğer sahalarda asırlarca üstünlüklerini muhafaza eden büyük dâhiler, Türk’tür… (c.11/s.136)
Ruh ve akıl hastaları XVIII.asra kadar Avrupa’da ‘Şeytan’la iş birliği yapan mel’un mahluk’ muamelesi görür, çok defa diri diri yakılırlardı. Türklere göre bu çeşit hastalar ‘meczub’ idi, Allah’ın cezbe’sine kapılmış zavallı, Allahlık insanlardı. Delileri hatta musiki ile tedavi ederlerdi. Hekim Şuûrî,… bu tip hastaların musiki ile tedavisini tavsiye etmektedir… (c.11/s.140)
Aşının Türkler tarafından keşfedildiği, Batı’da da kabul edilmektedir. (c.11/s.143)
XV.asırda Semerkand’daki Uluğ Bey’in 30 yıl başında bulunduğu pek meşhur rasathaneden sonra 1575’te İstanbul’da da bir rasathane açıldı… (c.11/s.152)
Diğer kişi ise 12 ciltlik “Türk Tarihi” adlı eserinden alıntı yapacağım Dr.Rıza Nur’dur. Her ne kadar -bazı sebeplerle- kendisine kızıyor olsak da bu eserini merakla okumuştum: Çok sert ve ilginç tespitlerini gördüm.
“Muaviye 661’de Emeviye Devleti’ni teşkil edip halife oldu. Bu devlete atası olan ‘Ümeyye bin Abd-i Şems’ nam kimseye nisbetle Emeviye Devleti (Ed-Devletü Beni Ümeyye) derler. Biz ‘Emeviler’ diyoruz. Şam (Dımışk)’ı payitaht yaptı, devlet işlerini esasından değiştirdi. Şimdiye kadar halifeler ahali tarafından seçimle tayin olunurken şimdi verasetle oğula, aileye bırakılıyordu. Hz.Muhammed’in kurduğu dini hey’et din boyasından büsbütün çıkıyor, siyasi boyaya boyanıyor, tam müstebit bir devlet haline giriyordu. Daha doğru tabirle teşekkül eden ve koca bir imparatorluk olan İslâm Devleti dinî boyalarını kaldırıyordu. Bu suretle de bu devlet halkın teveccühünden düşüyor, aleyhine umumi bir nefret uyandırıyordu. (c.8/s.263)
Hakikaten Emeviye Devleti gaasıb ve Evlad-ı Resule hâin vaziyetine girmiş ve kalmıştır… ((c.8/s.263)
…Müslümanlar yani Arablar’sa imparatorluklarını Arabistan çöllerinden çıkarıp Türk hudutlarına yani Maveraünnehir’e kadar götürmüşlerdi. …Emeviye halifeleri ile başlamış olan bu temas tabii bu iki milleti düşman edecekti ve etti. Arablar Türkler’e tecavüz ettiler. Aralarında birçok muharebeler oldu. …Arablar galip oldukları muharebelerde veya şehirleri basarak aldıkları Türk esirlerini imparatorluklarının ötesine berisine dağıtıyor, halifeler, prensler, beğler, valiler, kumandanlar, zenginler bunları köle olarak yanlarına alıyorlardı… (c.8/s.294-295)
…Zamanında Orta Asya bir ilim ve medeniyet merkezi olup birçok alimler, şairler yetişmiş, memleket imar ve ihya edilmiştir. Zamanının mühim bir hadisesi de Türkçe’ye revaç vermesidir. Bu sayededir ki Orta Asya’da Türkçe şiirler ve eserler yazılmaya başlamıştır…
Ancak bu alim ve şairler eserlerini Arabca, Acemce yazmak hata-i fahişinde bulunmuşlardır. Bu sebeple Türk’ten fazla Arab ve Acem harsına, bu iki millete hizmet etmişlerdir. Bunun sebebi dinin her türlü muhakemenin fevkinde yer tutmuş olmasıdır. Zavallı Türkçe öksüz gibi kalmıştır.
Arabcılığın bizi nasıl harab ettiğini Türk oğulları görsünler! Eğer bu alimler o meşhur eserlerini Türkçe yazsalardı hem Türkçe başka bir hal-i tekemmüle ererdi, hem de Türk hazine-i irfanı büyük zenginliklere malik olurdu. Bilakis bu irfan mahsulatı Arab ve Acem’in kütüphanelerini zenginleştirmiştir. Bugün el’an bütün Avrupa alimleri, herkes, hatta biz Türkler bile bu eserleri Arab ve Acem’in malı, bu alimleri Arab ve Acem zannediyoruz. …Arab ve Acem el malı ile, yani Türk malı ile şeref ve hürmet kazanıyorlar… (c.1/s.156)
Bin şükür ki Hoca Ahmet Yesevi’nin teşebbüs ve himmetiyle pek az olmakla beraber bu meyanda Türkçe eserler de yazılmıştır. (c.1/s.158)
Miladi 14.asrın sonuna kadar bütün Türklerde din siyasete, devlet işlerine karışmazken, bundan böyle Selçuklularda devletin esas siyasetini din teşkil eylemiştir. Dinin ehemmiyeti gün geçtikçe artmış, milli müesseseleri yıkmış, milli duyguları zihinlerde silmiştir… (c.3/s.124)
…Çünkü Müslümanlık Arabın malı sayılmış, Araba ve dine hürmeti mucip olmuş, bir taraftan da bizde milliyet duygusunu silmiş, bu suretle onlar Türk olmak değil, bilakis orada biz Türkler Araplaşmış gitmişizdir. (c.3/s.128)
Bu hanedan önce saf ve temiz bir surette milli iken, sonraları Sasanlıları taklid etmek, Acemlere özenerek model yapmak hatasına düşmüştür. Acemin harsını, bilhassa debdebe ve sefahatini almışlardır. Önce Türkçe dili revaçda iken saraya Acemce girmiş, edebiyat Acemce yapılmış, devlet dili Arapça ve Acemce olmuştur.
Bereket versin ki saltanat hanedanının bu Acemleşmesi millete tesir edememiştir. Millet yine Türk kalmıştır. Dilini, âdetini bırakmamıştır. (c.3/s.131)
İşte böyle!.. İbret alınır mı bilmem!..