Türk Milleti’nin en büyük özelliği “teşkilatçılığıdır.” Sadece “devlet kurma” açısından değil; ahilik, lonca gibi meslek örgütlenmeleri açısından da öyledir.
Bu tanım doğru olmakla birlikte kuruluşların devamlılığı/ sürekliliği açısından, o kadar başarılı değiliz. Ne yazık ki, kötü taraflarımızdan biridir. Bazan kendi beceriksizliğimizden, bazan da dış güçlerin ve içerdeki yerli işbirlikçilerinin istek ve/veya kışkırtmalarıyla çok çabuk birbirimize düşüyoruz. Kurduğumuz devletlerin, müesseselerin yıkılmasına, dağılmasına, yok olmasına sebep oluyoruz.
Mevzuatlar üzerinde de çok oynuyoruz. Yeni gelişmelere göre tabii ki değişiklikler yapılır; ancak, kadrolaşma veya çıkar amaçlı değişiklikler doğru değildir. Kurumların adını değiştirmek, eklemeler yapmak, mevzuatına yaldızlı metinler yazmak; kuruluşları büyütmez de geliştirmez de… Önemli olan kurumların ehliyetli, liyakatli, tecrübeli kişilerce yönetilmesi ve mevzuata uyulmasıdır. Mesela; uyulmayacaksa Anayasayla oynamanın ya da değiştirmeye kalkışmanın gereği yoktur!..
Ayrıca, bunlar hafızanın/ devlet aklının yok olmasına sebep olmaktadır.
Cumhuriyetle değişim
Cumhuriyet, yokluğun ve yoksulluğun kol gezdiği topraklar üzerinde kurulmuştur. Ülkenin kalkınması ve milletin refahı için yoğun çalışılmış; uçak fabrikası da dahil birçok yeni fabrika açılmış, sanayi kuruluşları oluşturulmuştur. Çeşitli alanlarda ve mesleklerde kooperatifler ve sandıklar kurulmuştur.
Bu çalışmalar sonucunda, %7-8’leri aşan bir kalkınma hızı sağlanmış ve ülke toparlanmıştır. Atatürk’ün ölümüyle birlikte inişli-çıkışlı dönemler başlamıştır.
Osmanlı coğrafyasında yaşayan her insan, önceden padişahın kulu/tebaası iken, cumhuriyetle eşit haklara sahip bir vatandaş ve özgür birey olmuştur. Bir anlamda biat ve itaat kültüründen sivil topluma geçilmiştir.
Sivil toplum, yasalardaki hak ve menfaatlerini bilen, savunan ve gerektiğinde amacı aynı olan kişilerle bir araya gelerek teşkilatlanabilen toplumdur.
Sivil toplum kuruluşu denilince; sadece sendikalar, dernekler, birlikler, odalar, vakıflar ve benzerleri anlaşılmasın: Siyasi partiler de sivil toplum kuruluşlarıdır.
12 Eylül 1980 Öncesi
Yakın geçmişimize dönük konuları açıklarken, genelde 12 Eylül 1980 askerî darbesini baz alırız. Ben de bu tarihle bağlantı kurarak sivil toplum kuruluşları alanında, geçmişte kurulan bazı teşkilatlarımızdan bahsedeceğim.
Biliyorsunuz, Türk Milliyetçileri olarak insan hak ve hürriyetine dayalı, adına “Milliyetçi-Toplumculuk” denilen bir sistemi savunuyorduk. Bu çerçevede tüm “izm”lere karşıydık. Bu yüzden patron (sermayedar) ve işçi sınıfı diye ayrıştırıcı ve çatıştırıcı bir anlayışı kabul etmiyorduk. Milleti bir bütün olarak görüyor, “Milliyetçi Türkiye”yi hedefliyorduk. Türk Milleti’ni sosyo-ekonomik yönden “işçi, köylü, esnaf, memur, serbest meslek mensupları ve işverenler olarak” altı sosyal dilim içinde teşkilatlandırmaya çalışıyorduk.
Bazılarını yanlış hatırlıyor olabilirim: Aklımda kaldığı kadarıyla, bu sosyal dilimlerin baş harfleri ile oluşan “İmeski” diye gıda ve sanayi ürünleri üzerine bir kooperatif kuruluşumuz vardı. Arkadaşların sermaye koyarak oluşturdukları bir kuruluştu. Üyelerin, daha ucuz ve aracı olmadan ihtiyaçlarını karşılamalarını sağlamak için kurulmuştu ama çok fazla sürmedi; çeşitli sebeplerle kapandı gitti. Yine, yanılmıyorsam mobilya üzerine “Pimes” diye bir kuruluş vardı; çok sürmedi kapandı.
Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) vardı; 1980 darbesi sonrası kapatıldı. (Devamı mı bilemiyorum ama açılan benzer bir konfederasyon var!..) Milliyetçi Kadınlar Derneği, Türk Ocakları, Aydınlar Ocağı, Milliyetçiler Derneği vardı.
Yine, bu sosyal dilimleri bünyesinde toplayacak “Ülkücü” sözcüğü ile başlayan birçok dernek kuruldu: Ülkücü Memurlar Derneği (ÜLKÜM), Ülkücü Öğretmenler Birliği (Ülkü-Bir), Ülkücü İşçiler Derneği (Ülkü-İş), Ülkücü Köylüler Derneği (Ülkü-Köy), Ülkücü Teknik Elemanlar Derneği (Ülkü-Tek), Türkiye Müzik ve Folklor Derneği (TÜMFED), Ülkücü Gazeteciler, gençlik için (Ülkü Ocakları) ve benzerleri…
Ancak askerî darbe, tüm STK’ların üzerinden silindir gibi geçti ve bazı kuruluşlar hariç hepsi kapatıldı.
12 Eylül 1980 Sonrası
Darbe sonrası camiamız için karmaşanın, ayrışmanın, parçalanmanın, köşeye/ kabuğuna çekilmenin yaşandığı bir dönem oldu. Toparlanmak kolay olmadı. Zamanla çeşitli şehirlerde bu kuruluşların adıyla benzer yeni dernekler açıldı ama ne kadar faal durumdalar, bilemiyorum. Yukarıda saydıklarımdan halen faaliyette olanları sizler de biliyorsunuz…
1989 yılında “Türkiye Kamu Çalışanları Kalkınma ve Dayanışma Vakfı (TÜRKAV)” kurularak, özellikle kamu çalışanları bir araya getirilmeye çalışıldı. Tüm kurumlarda oba şeklinde teşkilatlanma yanında topladığımız paralarla hapiste ve zorda olan arkadaşlarımıza yardım çalışmaları yapıldı. Daha sonra çeşitli hizmet kollarında sendikalarımızı kurduk.
Benzer çalışmalar, karşı gruplarda da yapılıyor ve onlar da kendi kuruluşları etrafında toplanıyorlardı.
2000'lerden itibaren AB’ye katılım sürecinde sivil toplum çalışmaları arttı. Ancak, her darbe (girişim) sonrası ortadan kaybolan cemaat ve tarikatlar, pıtrak gibi ortaya çıktılar (nedense darbeler, muhtıralar bunlara yarıyor!). Sivil toplum kuruluşu olup olmadıkları tartışılan bunlar, iktidarların da koruyup kollamasıyla maddi olarak da güçlendiler. Faaliyetlerini kendi alanlarında göstermeleri gerekirken “devleti ele geçirmek amacıyla” kurumlarda kadrolaşmaya yöneldiler.
Gezi olayları ve 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi, iktidarın sivil topluma karşı tavır almasına sebep oldu. Ancak, bu tavır; daha çok kendilerinden görmedikleri STK’lara karşıydı. Kendi oluşturdukları veya yanlarındaki kuruluşlara maddî ve manevî destek ve yardımda bulundular. Cami derneklerini ve kamu yararına dernekleri saymıyorum bile...
Çok eskiye dayanan bir vakıf kültürümüz vardı: Varlıklı kişilerce “fakruzaruret” içinde olan insanlara -ayırım yapmadan- yardımcı olmak amacıyla kurulurdu. Son dönemlerde bu kültür de değişti. Vakıflar, fakir ve muhtaçlara yardım amaçlı değil, artık bir kazanç kapısına dönüşmüşlerdir. Vakıflara yardım toplamalar, kuruluşlar arasında “al gülüm-ver gülüm havasına sokulan” bağış yapmalar; nereye harcandığı dahi bilinmeyen giderler vs…
Eskiden resmî kurum adları ile açılan vakıflar da vardı: Merkezî veya mahallî kurumların yapması gereken hizmetlerin karşılığında vatandaştan bağış alabiliyorlardı. Bazı hizmetlerin özele devredilmesinden dolayı devam ediyorlar mı bilemiyorum?..
Yasal olarak alt yapı buna uygun ya da uydurulmuş olabilir ama kadim kültürümüz içinde böyle bir vakıf anlayışı olduğunu sanmıyorum. Tüm bunların ne ahlâken ne de dinen doğru olduğu kanaatinde değilim.
Toplumumuzda büyük bir ahlâk yozlaşması yaşanmaktadır. Din istismarının en yoğun yaşandığı dönemdeyiz. Her söz, her şey sıradanlaştı, basitleşti, anlamsızlaştı. Din ve dinî terimler, yerli-yersiz o kadar çok kullanıldı ki ipin ucu kaçırıldı. “Çok malda haram, çok lafta yalan olur” misali, artık söylenen sözler güven vermiyor.
Eskiden hocalar konuştukları zaman fazla tartışmazdık. Her ne kadar bazı büyüklerimiz, “hocaların dediğini tut ama gittiği yoldan gitme” deseler de art niyet aramazdık.
Kur’an’da kaçınmamız istenilen ne kadar büyük günah varsa şimdi rahatlıkla işleniyor. Çok kolay yalan söyleniyor, iftira atılıyor, dedikodu yapılıyor, fitne çıkarılıyor. Bir de “günah işleme özgürlüğümüz var” diyen şarlatanlar çıkıyor!..
Kısacası, bugün STK’lar, öz ve üvey evlat muamelesi gören iki kesime ayrılmıştır.
Haftaya, sendikalar ve siyasi partilerden bahsedeceğim.