Ülke olarak koronavirus salgını ile uğraşırken 30 Ekim 2020 Cuma günü saat 14.51’de İzmir’de meydana gelen depremle karşılaştık; herkese geçmiş olsun. Ölen 114 vatandaşımıza rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. Ayrıca, kurtarma ekiplerini tebrik ediyorum. İnşallah bir daha böyle afetler yaşamayız.
Afetler sonrası
Her afetin arkasından yöneticilerimiz, bakanlarımız, siyasilerimiz, yetkili-yetkisiz kişiler bölgeye giderler; cekli - caklı cümleler kurarak nutuklar atarlar ve dönerler.
Bu defa tüm bakanlar deprem bölgesindeydi. Topluca basın toplantısı yaptılar; “şunları şunları yaptık” diyerek sorumluluktan sıyrılmaya çalıştılar. Araya dinî içerikli cümleler ilave etmeyi de unutmadılar; “Takdir-i İlahi’den, kaderden, tevekkülden, fıtrattan” bahsettiler.
Bu ölümlerden, yaralılardan, yıkılan binalardan sanki kendileri sorumlu değillermiş gibi “Allah’a havale ettiler.” Medya gücünü kullanarak canlı yayınlarla iktidarın sorumluluğunu gözardı etmeye çalıştılar.
Eleştirilere karşı geçmişe vurgu yaparak muhalefeti suçlarken, yanlışları doğru gibi aktarıp savunmaya geçtiler ve kendi suçlarını bastırmaya uğraştılar. Yıllardır hep aynı teraneleri dinliyoruz.
Camilerde hocalar kadere rıza göstermemizi, isyan etmememizi, tevekkülle ve sabırla karşılamamızı dillendirip durdular, bol bol dua istediler. Öyle ki, dua ederek her sorunu çözebileceğimize inandırmaya çalıştılar.
Bilim insanlarımız yine uyardılar; bugüne kadar yapılmayanları ve yapılması gerekenleri anlattılar. Maalesef! Sorunlara bilimsel açıdan bakanları ve çözüm önerileri sunanları, dinleyen de yok dikkate alan da…
Birkaç müteahhit zengin olacak diye eksiklere göz yumuluyor; denetim yok. Sayıştay bile dışlandı. Kurumlara ve yöneticilere güven kalmadı. Nasıl kalsın ki? Bir yandan dere yataklarına, fay hatlarının geçtiği yerlere, heyelan alanlarına vs. ev yamayın diyorlar; diğer yandan yasa çıkararak, buralara ev yapanlara para karşılığı oturma ruhsatları veriyorlar.
Sosyal medyadaki paylaşımlarsa rezalet. Provokasyon olduğunu düşünsem de bu tür paylaşım yapacak insanımız dolu!.. Mesajlar; tam bir pervasızlık, seviyesizlik, cehalet ve kin kokuyor. Benzer lafları, geçmişte bazı cemaat liderleri (!) de etmediler mi? Depremin sebebi olarak “içkiyi, zinayı” göstermediler mi? Ama kendi çevrelerinde, okullarında, yurtlarında yaşanan rezaletler normal!.. Acaba Lut kavmine kim daha çok benziyor. Bütün bunlar tartışıldığı halde devamında değişen bir şey oluyor mu? Yok…
Bu zihniyet diyor ki; müminin özelliği, Allah’tan gelene “lütfun da hoş, kahrından hoş” diyebilmektir. Oysa Allah, kuluna zulüm de kahr da etmez. “Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da affeder (Şura, 42/30).”
Kader ve tevekkül
Bu iki terim, eskiden beri İslâm aleminde en çok tartışılan konulardır. Alimlerimiz, “kader ve tevekkül” konularında ortak bir düşünceye varamamışlar. İslâm toplumları akıllarını başlarına almadıkları sürece bu tartışmalar devam edecektir.
Dünya ve ülkemiz; afetleri, felaketleri, salgın hastalıkları vs. sadece son yıllarda yaşamış değildir; geçmişte de benzer birçok felaketler yaşanmıştır.
Yılmaz Öztuna’nın “Büyük Türkiye Tarihi” adlı eserindeki (cilt 11, sayfa 268-270) bir hikayecik (anekdot) aklıma geldi ve kıyaslama açısından aşağıya almayı uygun buldum.
Sayın Öztuna, “Tevekkül” başlıklı bölümde diyor ki: “Tevekkül çok oynak bir meziyettir. Aklı esir edecek dereceye varırsa, miskinlik halini alır. Sabır şeklinde ise, şüphesiz insanın yararınadır… Bu duygu XVI.asrın sonlarında yerleşmeye başlar… XVI.asrın ve daha öncelerinin Türk’ü de şüphesiz mütevekkildir. Allah’a teslim olmuştur. Fakat buna rağmen büyük bir akılcılık felsefesi ve dinamizm içindedir. Allah’ın, şahsın gayreti derecesinde takdirini kullandığına inanmıştır. Sonraları bu akılcılık, dinamizm zayıflar. Ve cihanşümul Türk şahsi teşebbüs kabiliyeti dumura uğrar…
Bu durum, Batılılar’ın da gözüne çarpmıştır. Sir Adolphus Slade (1804-1877, Osmanlı donanmasında amiraldi) aşağıdaki vak’ayı anlatır: Bu ‘bakalım’ sözü, Türkler’in, iyi veya kötü her teklife oyalamak maksadıyla verdikleri alışılagelmiş bir cevaptır ve hemen hemen hiçbir mana ifade etmez…
İmparator Napoleon’un İstanbul’daki meşhur büyükelçisi General (sonra Mareşal) Kont Sebastiani de İstanbul’da Türk devlet adamlarının bu ‘bakalım’ cevabı ile gittikçe asabını bozdu. O sırada Türkiye, hem Rusya hem İngiltere ile harb halindeydi.
Bir gün III.Selim (1761-1808) ile konuşurken dayanamadı: -Majesteleri, dedi; İngiltere ve Rusya gibi iki büyük düşmanla savaşmak zorunda kaldıklarından şikayet ediyorlar. Halbuki Türkler’in İngiliz ve Ruslar’dan çok daha kuvvetli üç düşmanı vardır.
Padişah: -Ne demek istiyorsunuz? dedi; bizim için İngiltere ile Rusya’dan büyük düşman olması mümkün değildir.
- Evet Majeste, diye cevap verdi Sebastiani; Türkler’in üç büyük düşmanı vardır ve şunlardır: İnş’Allah, Allah kerim, bakalım!
Türklerin bu felsefesine Batılı başka yazarlar da görüş belirtmişlerdir (aynı eserden):
(Tavernier, 1678, 171): “Türkler, kaza ve kaderin değişmeyeceğine ve mukadderattan kurtulmak imkânı olmadığına iman ettikleri için, ölüme karşı hissiz denilebilecek bir metanet gösterirler.”
(Henri Mathieu, La Turquie, 1857, II, 71-72): “…Türkler, Tanrı takdirine, kaza ve kadere inanırlar. Fakat gerçekte İslâm dini tevekkülü benimsemez. Tevekkülü benimseyenler, halkın bilhassa ilkel tabakalarıdır.”
(de Amicis, 1883, 424): “Türk, nimetleri Allah’tan bekler. Çalışmaz. Zaman mefhumunun değerinden gafildir. İstikbal endişesinden uzaktır.”
Osmanlı’nın son dönemlerini anlatan bu ifadeleri abartılı bulsak da aslında doğruluk payı vardır. “İnş’Allah, Allah kerim, bakalım” gibi terimler düşmanımız değildir; aksine günlük hayatta çok kullanırız. Sanıyorum, burada anlatılmak istenen hem bir tespit yapmaktır hem de siyasi veya çıkar amaçlı ve sürekli kullanılmasını eleştirmektir. Çünkü bir terimi ne kadar çok kullanırsanız, zamanla o sözcüğün yüklendiği manevî anlamdan uzaklaşır, sıradanlaştırırsınız.
III.Selim’le ilgili (TDV. İslâm Ans. cild.36, s.420); “Rusya ve Avusturya Savaşının kötü gidişatına… Camilerde okutulan dualara rağmen düşman karşısında başarılı olunamaması üzerine ‘Para ile yapılan duadan hayır gelmez’ diyecek açık görüşlü ve gerçekçidir. …yenilikçiliği, Batıcılığı, dinden çıktığı ve zürriyeti olmaması bahane olarak kullanıldı.” ve ayaklanma sonucu tahtan indirildi; sonraki ayaklanmada da öldürüldü. O zaman da ıslahat hareketlerine ve yenileşmeye karşı olanlar vardı. Benzer zihniyeti bugün de görüyoruz.
Allah, Kur’an (Ra’d, 13/11)’da: “Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez” buyuruyorsa, bunu çok iyi anlamamız lâzımdır.
Evet. Hepimiz olaylar karşısında önce bir gayret ve tavır alıyoruz ama sonra çabucak unutuyoruz, ihmal ediyoruz, duyarsız kalıyoruz.
“Tedbir kuldan, takdir Allah’tan” diyoruz; tedbirimizi almıyoruz, çözüm üretmiyoruz.
Unutmayalım! Akıl ve bilim önümüzü açacaktır.