Geçen haftaki yazımda Elbistan’daki komşularımızdan bahsetmiş ve yazımın sonunda “Gülkız Bacı” diye birini anmıştım. Bu hafta da ondan bahsedeceğim.
“Gülkız Bacı”, 1940-1960’lı yıllarda sanki herkesin aile hekimiydi. Çeşitli rahatsızlıkları, hastalıkları kendi yöntemine göre tedavi ederdi. Aynı zamanda ebe görevi de yapıyordu. Bir çok kişinin doğumunda bulunmuştur. Elbistan’da önceleri ebe görevini “Çiçekli Hatçe” diye bir kadın yaparmış. Çiçek, Elbistan’ın bir köyüdür.
Dediğim gibi, herkes sağlığıyla ilgili bir sıkıntısı, bir rahatsızlığı olunca “Gülkız Bacı”ya giderdi. Tabii ki doktorlar (hekimler) da vardı ama, o kadar yaygın değildi. Zaten kimsenin doktora verecek parası da bulunmazdı. Bu yüzden çok ağır bir rahatsızlığı, hastalığı yoksa “Gülkız Bacı”ya giderlerdi. “Gülkız Bacı” da insanların sıkıntılarını gidermek için hizmetini esirgemez, uzak yakın demeden koşardı. Karşılığında da pek bir şey istemezdi. Herkes gönlünden ne koparsa veya elinde ne varsa bir şeyler verirdi.
Benim nüfus kağıdımda doğum tarihim 17 Ocak 1953’tür. Ama ablama göre bu tarihte bir yanlışlık varmış: “Sen, 1953 yılbaşından önce doğdun. Çünkü sana getirilen paralarla babam bakır büyük bir sini almıştı. Bu sinide yılbaşında yemek yediğimizi hatırlıyorum” diyor. Bu durumda nüfusa 20-25 gün gecikmeli olarak yazılmışım; yani doğum tarihim tahminen 1952 yılının 23-24 Aralık olması gerekiyor.
Doğum için hastaneye pek gidilmezdi, genelde doğum evde yaptırılırdı. Ben de evimizde doğmuşum. Ebem “Gülkız Bacı”ydı. Rahmetli anam Hatun, 11 doğum yapmış ve bunların 6’sı ölmüş. Doğum sırasına göre ben 10’uncu çocuğum. Nedendir bilemiyorum: Doğduğumda yatağın altına (eskiden yer yatağında yatılırdı) taban tahtasına, o zamanki bozuk metal para olan delikli 2,5 kuruş çakılmış. 1980’li yıllara kadar tahtada çakılı duruyordu, sonra ev yıkıldı.
Babam marangozdu: Genelde çatı yapardı, ama duruma göre başka işler de alırdı. Kardeşimle birlikte küçüklükten itibaren yanında çalışırdık. Önceleri babama ve yanında çalışanlara su taşıdık; sonra yavaş yavaş çıraklığa geçtik. Eskiden bol çivi (mıh) olmadığı için keserle eski çivileri doğrultur, babama ve kalfalara verirdik, onlar da kullanırlardı. Babamın Arif Sucu ve Halil İbrahim (bir ara kiracımızdı) adında kalfaları vardı. Yavaş yavaş işleri öğrenmeye ve yaşımıza göre çatıda bazı işleri yapmaya başladık. Mesela: kiremitlere tel bağlamak, çatıya kiremit taşımak, kiremit düzmek gibi. Kısacası çatı yapmayı öğrenmiştik. Malzemeleri de biz taşıyorduk. 6 Eylül 1974 tarihinde memuriyete başlamamla birlikte bu işlerin hepsi bitti. Zaten babam da artık yaşlanmıştı.
Tabii, bu çalışmalar sırasında ufak tefek kazalar da atlatıyorduk. Bazen çok ağır bir şey kaldırdığımızda; karnımız sancılanır, kıvranırdık. Eskilerin deyimiyle “göbeğimiz savuşurdu”. Hemen “Gülkız Bacı”ya giderdik: Bizi sırtüstü yatırır, göbeğimize parmağını bastırır kontrol ederdi. Eğer göbek atmıyorsa veya aşağıda olursa; “Göbeğin düşmüş” derdi. Önce bir ağaç dalına veya kapının pervaz tahtasına tutunarak sallanmamızı söylerdi. Bir süre sallanırdık. Eğer sancı geçmezse sırtüstü yatırır, göbeğimizi açar ve ellerini göbeğimiz üstünde döndürerek gezdirir, sonra göbeğimizi tutar çekerdi: Göbeğimizi yerine getirirdi. Gerçekten de bir süre sonra ağrı kesilirdi.
Çatıda çalışırken veya tavan tahtası çakarken -o zaman gözlük olmadığı için- gözümüze toz veya kıymık kaçardı, çıkaramazdık. Veya çelik-çomak, top oynarken de olurdu. Çıkartmak için uğraşırken gözlerimiz “kan çanağı” gibi olurdu. Hemen “Gülkız Bacı”ya koşardık: Toz veya kıymık kaçan gözümüzün alt ve üst kapağını sol el parmakları ile ayırır ve başındaki tülbendinin ucu ile gözümüzün içindeki tozu veya kıymığı alırdı. Gözümüzü kaşımaktan kurtulur, rahatlardık.
Hele başıma gelen bir olayı hiç unutmam ve her balık yediğimde bu olay aklıma gelir. Eğer yanımda daha önce anlatmadığım bir kişi veya kişiler varsa mutlaka anlatırım. Ceyhan Nehri; Elbistan’ın güney-doğusunda bulunan Pınarbaşı mevkiinden doğar ve şehrin ortasından geçerek kuzey-batıya doğru akar gider. Eskiden nehirlerimizde, derelerimizde çok balık olurdu. Ceyhan Nehri’nde de balık çoktu. Yanlış avlanma sonucu bugün hiç balık kalmadı. 1960’lı yıllar bir gün babam “sazan balığı” almış. Bu balık çok kılçıklı olur ve balık büyükse kılçığı da büyük olur; ayrıca ince kılçıkları da vardır. Kılçığını ancak piştikten sonra yerken ayıklarsın. Çok dikkatli yenilmesi gereken bir balıktır. Anam ocakta balığı pişiriyordu. (Kerpiç evlerde odanın içerisinde bacalı ocaklar olurdu, yemekler odun yakılarak bu ocaklarda pişirilirdi.) Çocukluk işte, “canım çekti” istedim. Anam balıktan biraz verdi. Tabii kılçığına dikkat etmeden balığı yemeye başladım. Ağzımda sert bir şeyler vardı; yutmak istedim, boğazıma bir şey takıldı yutamıyordum. Öksürmeye başladım; anam su verdi, suyu içtim yine yutamıyordum. Ekmek verdi, onu da çiğnedim yutmak istedim yutamadım. Sanki öleceğim: “Hık mık” sesler çıkarıyordum. Hemen “Gülkız Bacı”ya götürdüler: Allah’tan evdeymiş. Ağzımı açtı, boğazıma doğru baktı. Tam boğazımın girişinde büyükçe bir kılçık yan olarak iki taraflı ete saplanmış. Hemen bir kaşığın sap tarafını (tam hatırlayamıyorum, küçük soba maşası da olabilir) ağzıma soktu ve kılçığı ittirerek kırdı. Su verdiler içtim, kılçık gitti. Böylece beni ölümden kurtardı. Bu olayı, hayatım boyunca hiç unutamadım.
Kısacası “Gülkız Bacı”; her türlü yaralanmada, kol veya ayak kırıklarında, çıkıklarda ilk başvurulan insandı.
"Gülkız Bacı”nın bir de kaynanası “Eşatma” varmış. Rahmetlinin çok saf biri olduğunu söylerlerdi. Kendisiyle ilgili -fıkra misali- yaşanmış çok olay anlatılırdı. Biraz da ondan bahsetmek istiyorum. Tabii ki, zenginler de olmakla birlikte Elbistan halkının büyük çoğunluğu fakirdi; evde sobaya veya ocağa atacak odunları bile yoktu. Kadıncağız evde soğuktan üşümüş, dışarı çıkmış: Her taraf karlar içinde, dışarıda da dondurucu bir soğuk. Çaresiz bir halde kendi kendine bir “mani” tutturmuş, şöyle demiş:
Çiriş gelse çarşılarda satılsa,
Lalek gelse yuvasına otursa,
Allah’a hoş gelse yazı getirse,
Yaz bahar ayları ne zaman gelir.
(Çiriş: Nisan sonu veya Mayıs başında çıkan bir bitkidir. Genelde her evde bir defa da olsa yemeği yapılır. Biraz da havaların ısınacağının ve yazın geleceğinin müjdecisidir. Lalek: Elbistan’da halk ağzında “leylek”in söyleniş şeklidir.)
“Eşatma Bacı”, yine bir kış günü sabah çevirmeye (Çevirme: Evlerin ön tarafında ‘üç tarafı’ önü ve yanları açık, üsttü kapalı yazları oturulan yer) çıkmış. Bakmış, bir köpek -herhalde acıkmış ki- havlayıp duruyor. Köpeğe dönerek: “Hısımım dağelsin, garimim dağelsin. Sabah sabah ne geziyon çevirmede, ne çen çen bağarıyon” (Akrabam değilsin, garip değilsin) demiş. Bunu da komşular duymuşlar. Hep şaka yaparlarmış: “Eşatma Bacı, itle ne konuşuyordun diye?”
Bugün rahmetle andığım; ne o saf, temiz, dürüst, iyi niyetli, birbirine yardıma koşan insanlar ne de komşular / komşuluklar kaldı. Hepsi törelerimizle, geleneklerimizle birlikte göçtü gittiler, tarih oldular!..