Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi (eski Türk Ocağı) binası restore edilerek 28 Aralık 2020 tarihinde yeniden hizmete açıldı. Ancak, bina tadilata girerken depoya kaldırılan “Ergenekon’dan Çıkış” tablosu, tekrar yerine asılmamış ve depoda kalmış!..
Yeniden açılmasının ardından müzeyi ziyarete giden bir vatandaş; tabloların (iki ayrı tablo) olmadığını görünce müze görevlilerine sormuş, depoya kaldırıldığını öğrenmiş.
“Türk’ün millî değerlerine karşı” bugüne kadar yapılanları düşününce pek şaşırmadım!.. Ama çok üzüldüm.
Bu binanın ben de ayrı bir yeri vardır: “Türk Milliyetçiği Davası”na gönül vermem, burada başladı diyebilirim; anlatacağım.
Tablonun tarihi
“Göktürk ve Bozkurt hayranı olan Atatürk; (1933 yılında) bir gün Millî Eğitim Bakanlığı’nı ziyaret ettiğinde giriş kapısının sağındaki duvarı boş görünce, buraya bir “Ergenekon’dan Çıkış” tablosu yapılmasını ister. Bayındırlık Bakanlığı’nda görevli ressam Ratip Tahir Burak’a söylenir ve istenilen tablo yaptırılır. Atatürk, tabloyu çok beğenir ve gösterdiği yere asılır.
Atatürk’ün vefatından sonra -1950′li yıllarda- tablo, bu tarihi binanın giriş katında merdivenlerin sağındaki duvara asılır. Bina, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra her türlü eşyası ile birlikte Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’ne verildiği için burada kalır.
“Ergenekon’dan Çıkış” tablosu, 1635 sayılı Tebliğler Dergisi ile okullara tavsiye edilmiştir. Ayrıca, 1961 yılında satış değeri 40 kuruş olan posta pulu olarak çıkarılmıştır.”
Bu tablo, Türkler için çok önemli olan “Ergenekon Destanı”nın resmedilmiş halidir. Kendini “Türk” hisseden herkes için çok önemlidir. Karşısına geçip baktığınızda, sizi geçmişe, tâ çağlar öncesine götürür. Baktıkça, kendinizde; yeniden bir şahlanış, yeniden bir diriliş, yeniden bir hakimiyet heyecanı ve azmi uyanır; mutlu olursunuz. Hacı Bektaş-ı Veli’nin diliyle; bir olur, iri olur, diri olursunuz.
Binayla ilgili anım
1968 yılında Elbistan’dan Ankara’ya geldim. Liseyi Abidinpaşa semtindeki Başkent Lisesi’nde okudum. Okuldaki başarımdan ya da başarısızlığımdan bahsetmeyeceğim: “Milliyetçi-Ülkücü Dava”ya girmemde bu binanın rolünü anlatacağım.
Lisenin ilk yıllarında öğrenci olayları çok olmamakla birlikte okul dağıldığında bildiri dağıtma yüzünden bazı gerginlikler oluyordu. Esasen, sebebi hakkında fazla bir bilgiye sahip olmadığımdan, başlangıçta bunlara pek anlam veremiyordum.
1969 yılı sonlarıydı. Bir gün okuldan bazı arkadaşlar; “Türk Ocağı binasına konferansa gidiyoruz” dediler, benim de gelmemi istediler. “Tamam” deyip yanlarına katıldım. Zaten Ankara’ya çok yabancıydım; öğrenmek istiyordum. Yürüyerek Dikimevi, Dörtyol, Samanpazarı, Numune Hastanesi önünden Türk Ocağı’na vardık. Saat, öğleden sonra 3,5 civarıydı. Vardığımızda konferansın bittiğini öğrendik. Arkadaşlar söylememişlerdi; konferansı Alpaslan Türkeş isimli biri vermiş: Adını ilk defa orada duymuştum.
Binayı gezerken tiyatro salonuna girdik. Sahnenin tam üstünde, ortada altın sarısı bir “kurt başı” vardı. Bina, Atatürk döneminde yapılmış. Arkadaşlarla biraz dolaştıktan sonra eve geldim.
Artık Alpaslan Türkeş adı, zihnimde yavaş yavaş yer etmeye başlamıştı. Türk Ocağı binasından da çok etkilenmiştim. Bina için “benim milliyetçi olmamda ve ülkücü davaya yönelmemde ilk başlangıç yeri, mihenk taşıdır” diyebilirim. Sergi, konferans, müzik şöleni gibi çeşitli etkinlikler için Türk Ocağı binasına her gidişimde “acaba yerinde duruyor mu” diye ilk önce sahne üzerindeki “kurt başı”na bakardım. Yerinde görünce, rahatlar ve içimden “ohh” çekerdim.
“Ergenekon’dan Çıkış” tablosunun depoya kaldırıldığını duyunca, “acaba kurt başı da kaldırıldı mı?” diye merak içindeyim. Salgın dolayısıyla gidip bakma imkânımız yok; umarım duruyordur.
Türk Ocağı binası
Atatürk; 1926 yılında açılan yarışmada mimar Arif Hikmet Koyunoğlu’nun çizdiği suluboya resimden beğenerek projeyi onaylamış ve binada Türk süslemelerinin kullanılmasını, inşaatında da Türk işçilerin çalışmasını özellikle istemiştir.
Ankara’nın Namazgah Tepesi diye bilinen bölgede 1927 yılında binanın temeli atılmış ve “Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi”nin eşsiz bir abidesi olarak 1930 yılında tamamlanmıştır. Bina, Türk Ocağı için yapılsa da 90 yıldır devletin çeşitli kurumlarına hizmet vermiştir.
Binanın 28 Aralık 2020 tarihindeki yeniden açılışı sırasında Kültür ve Turizm Bakanının konuşmasını Bakanlığın sitesinden okudum. İrticalen yapılan bir konuşma değil, önceden hazırlanmış bir metin olduğu belli. Hem binayla hem de Cumhuriyetin ilk yıllarında burada yapılan faaliyetlerle ilgili çok güzel sözler etmiş. Devamla; “Müze’nin 3 bin 629 esere ev sahipliği yaptığını” söylemiş. Bu eserlerin sanat değerlerini tartışamam; mutlaka çok değerlidirler. Ama benim için öncelik “millî değerlerimiz”dir.
Türk’ün milli değerleri
Bakanların çoğunu tanımıyoruz. Bu bakanın da “tur şirketi” sahibi olduğunu medyadan öğrendik. Kendisi hakkında bir kanaate vardım. Bakanın “Milli değerlerimiz” ve “Türk kültürü” hakkında fazla bir bilgisinin ya da ilgisinin olduğunu sanmıyorum. Zaten bir televizyon konuşmasında kendisini ele vermişti: “Fatih’in İstanbul’u işgalinden…” bahsetmişti. Bu sözü muhalefetten biri söyleseydi, havuz medyası da Osmanlıcılar (!) da kıyametler koparırlardı: “Dil sürçmesi” deyip kapatıldı. Ayrıca, şirketi Yunan adalarına turist taşıyormuş!..
Bakan, turizm sektöründen geldiğinden bu konuda muhakkak bilgisi vardır. Ama turizmi yönetmek için çok bir bilgiye ihtiyaç olduğunu sanmıyorum. Esas olan bakanlığın “Kültür” bölümüdür. Tabii ki, "Millî Kültürümüz”. Bu konuda bir birikimi var mı, onu da sanmıyorum.
Gerçekte bu dönemde, “Türklük” adına neyimiz kaldı ki; yaşadıklarımızın bazılarını hatırlayalım. Dağdan taştan “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü kazındı. Andımız kaldırıldı; okutulması kararı da uygulanmadı. Devlet kurumlarının tabelalarından “T.C.”ler silindi. Atatürk adının unutturulması, yaptıkları hizmetlerin hatırlanmaması için çalışıldı. Türk’ün tüm değerlerine karşı büyük saldırı yapıldı. Çok başarılı olamasalar da bu saldırılar hâlâ devam ediyor. Dinî değerlerimiz derseniz; onlar hepten “yerle yeksan oldu!..”
Ziya Gökalp’in “Ergenekon” adlı uzun şiirinde geçen;
“Börteçine kurdun adı,
Ergenekon yurdun adı; …” sözleri gençliğimizde hiç dilimizden düşmezdi. Ya şimdi!.. Biz; Türkçüler, Türk Milliyetçileri, Ülkücüler ne yapıyoruz? Olanları sadece seyir mi ediyoruz? Seyretmekle de kalmıyor, yoksa destek ve yardımcı mı oluyoruz?
Sonuç; “Ergenekon’dan Çıkış” tablosu depoya…