Hiç sorun olmaması gereken dinimiz, maalesef bu dönemde sorun oldu ve tartışılır hale geldi. Bunun sebebi, yöneticilerin; ayetleri istedikleri gibi yorumlamaları, İslâm’ın yasakladığı, haram ve günah saydığı her şeyi rahatlıkla işlemeleridir. Sonuçta, din konusunda da vatandaşlarımız ikiye bölündüler.
Ne yazık ki, bu durum “eğer onlar Müslüman’sa, ben Müslüman değilim” diyecek kadar çığırından çıkarıldı. Gerçek İslâmiyet bunların anlattıkları mıydı? Yoksa günahlarını, yanlışlarını örtmek için kamuflaj olarak mı kullanıyorlardı?..
Ayrıca, İslâmiyet’in ortaya koyduğu bir devlet/yönetim şekli var mı? Yoksa Kur’an, tek tek kişilerin ahlâklı, dürüst, namuslu, haysiyetli, onurlu, özgür, bağımsız vb. şeylerle donatılmış birer birey, inanan (mümin) olmasını mı istiyor?..
Bu konuda, geçen hafta bahsettiğim “Millî Egemenlik ve Türkiye” adlı kitapta yer alan Prof.Dr. Nusret Çam’ın “Millî Egemenlik ve Din” başlıklı yazısından alıntılarla bilgi vermeye çalışacağım.
“…Dinin, dil gibi milli kimliğin ve egemenlik bilincinin oluşmasında en büyük katkı sağlayan kültürel değerlerden biri olduğu doğrudur. Aynı şekilde, devleti ve toplumu meydana getiren çeşitli ırklardan ve kültürlerden insanların bir arada yaşamasında, kaynaşmasında ve milli birliği korumasında dinin rolü inkâr edilmez bir gerçektir…
Bununla beraber kitleleri harekete geçirmede, sosyal ve siyasal çatışmalar ve kırılmalar için eşsiz bir potansiyele sahip olan dinlerin, tarikatların, mezheplerin ve dinden kaynaklanan ideolojilerin milli birliğin ve hâkimiyetin aleyhinde kullanıldığı sayısız örnekler de vardır. Bunun en bilinen örneği, Arapların Osmanlı devletinden kopmasını sağlayan Selefî Hanbelî kökenli Vehhabî harekettir… (s.77)
…İslam’dan önce Türkler, teşkilatlı boylar halinde yaşayan, toprağa ve dine bağlı imtiyazlı sınıfı bulunmayan, hayatın merkezine ve kâinat algılarının merkezine devleti, devletin temeline ise ‘töre’yi yerleştirmişlerdir.
…akılcılık, şahsiyetçilik ve dünyanın çile doldurma değil, nimetlerinden eşit ve adil şekilde faydalanma yeri olduğu düşüncesi geliştikçe önce idare edenlerin tutumları, sonra da sistem sorgulanır, itirazlar ve hareketler başlar… Zira artık tebaanın ve kulun yerini vatandaş, aristokrasinin yerini halk, fermanın ve buyrultunun yerini anayasa ve kanunlar, monarşinin yerini meclis iradesi almış; dil ve kültür esasına dayalı millet kavramı ortaya çıkmıştır. (s.78-79)
Diğer bir kısım toplumlar hâkimiyet iddialarını doğrudan doğruya dine değil de asalete dayandırmak yoluna gitmişlerdir. Bunun en tanındık örneği Arap yarımadasındaki Kureyşliliktir. Türklerde Oğuz Han soyundan gelenlerin asil kabul edilmesi anlayışı da bir bakıma böyledir… Hatta belki de bu sebepledir ki Kayı ailesinin diğer Türk boyları içinde daha büyük itibar kazanması için Edebalı’nın kızının Osman Gazi ile evlenmesini ilahi bir işarete bağlamak ve bunu meşhur çınar ağacı motifi ile pekiştirmek yoluna gidilmiştir. Bununla da kalınmamış, devletin kuruluşundan çok sonra bazı tarihçiler, Osman Bey’in nesebini hiç de alakası olmadığı halde sırf böyle siyasi bir fayda elde etmek için Hz.Peygamber’e bağlamıştır. Şunu da söylemek gerekir ki Araplarda egemenlik iddiası için Kureyşlilik tek başına yeterken Türklerde bu asaletin yanında kutsal bir güce işaret vardır. Bu arada Türklerin Hz.Peygamber’e atıf yapmalarının sebebinin, onun Araplığı değil, Allah’ın resulü sıfatını taşımasından ileri geldiğini belirtmek gerekir. (s.80-81)
İslamiyet öncesi Türklerde hakanlık, yani egemenlik iddiasında bulunan bir kimsenin ‘kut’ sahibi olmasına özen gösterilirdi. Kut ise Tanrı tarafından verilmiş güç, destek, yetki ve bilinç demekti. Asalet ve kut sahibi olmanın yanında hakanın ‘töre’ye göre, yani yazılı olmayan fakat herkes tarafından kabul edilen köklü geleneklere ve ilkelere göre hareket etmesi de şarttır… Fakat Türklerde, hakanın yanında onu yönlendiren bir din adamı sınıfının olmaması dikkat çekicidir. Halkın ve hakanın saygı duyduğu, aynı zamanda ozan ve şifacı olan kamlar ve baksılar vardı. (s.81-82)
…Aslında bütün Müslümanların yöneticisi anlamında bir halife kavramı ne Kur’an’da ne de hadislerde vardır. Kur’an’da ‘halife’ sözü yeryüzündeki Müslüman olsun olmasın erkek kadın bütün insanlar için kullanılmıştır. …Hz.Peygamber’in de bir yönlendirmesi veya vasiyeti görülmez. Çünkü bu konu dini bir mesele değildir… Bu sebeple İslam dininin; devleti yönetecek organların ve kişilerin belirlenmesini insanların aklına, yönetim becerisine, vicdanına, kültürüne ve idrakine bırakması gayet mantıklıdır.
Bununla beraber, Hz.Ali dönemi ve sonrasında meydana gelen kanlı siyasi çekişmeler dolayısıyla taraflar kendi iddiaları ve tavırları için Kur’an’dan ve hadislerden delil getirme yoluna gittiler. Birçok hadis bu zamanlarda bu vesileyle üretildi. Böylece İslam dininin o günden itibaren aslında ahlâk ve uygarlık projesi olduğu gerçeği ihmal edilerek, siyasilerin istilasına ve istismarına maruz kalmasının yolu açıldı… (s.83)
Osmanlı'da din-devlet ilişkisi
Osmanlılarda şer’i uygulamanın en kuvvetli olduğu zamanlarda bile özellikle devlet idaresinde örfi hukuk hâkimdi. Şer’i hukuk genellikle evlenme, boşanma, miras gibi medeni hukuk alanlarında tatbik ediliyordu... Şehir halkının dünya görüşü ve hayat tarzı da genellikle Mevlevilik, Bektaşilik ve Yesevilik gibi fazla katı olmayan tarikatlar etrafında şekillenmişti. Fakat medrese mensupları her zaman daha sofu ve katı kuralcı olmuştur.
Aslına bakılırsa Osmanlı devlet İdaresi çok kimsenin zannettiğinin aksine hiçbir zaman şeriat devleti olmamıştır. Bunda Türklerin İslâm öncesi dönemden getirdikleri tecrübeler yanında, İmâm-ı Âzam Ebu Hanife mezhebinin pratik bir mezhep olmasının ve Maturidi akılcılığının ve Hoca Ahmet Yesevî hoşgörüsünün ve Türkçülüğünün büyük rolü vardır. İslâm öncesi devirlerden intikal eden ruhban sınıfının olmaması geleneği ise egemenliğin din adamları ile paylaşılmaması adına Türkler için her zaman büyük bir kazanç olmuştur. Osmanlılarda kuruluş devrinden II.Bayezid devrine kadar şeyhülislamlık diye bir kurumun olduğu tartışmalıdır… İçlerinde Ebussuud Efendi gibi dini zor yönüyle gören şeyhülislamlar olsa da bunlar genelde sofu dediğimiz kimseler değildi. Hatta içlerinde Yahya Efendi (öl.1664) gibi uzun süre fetva makamında bulunmuş, …şaraba ve güzele gazeller yazan rint meşrep kimseler bile vardı.
Osmanlı padişahları arasında içki gibi, İslâm dininin yasakladığı fiilleri işleyen padişahlar olmakla birlikte hepsi de dine ve inançlara saygılı kimselerdi. Yine pek çoğu bir tarikata mensup oldukları halde devletin, bunların eline geçmemesi konusunda devamlı surette tetikte olmuşlardır. Çünkü Türk devlet anlayışında hâkimiyet asla başka bir şahıs veya zümre ile paylaşılamayacak kadar mahrem ve hassas bir konudur. (s.84-85)
Egemenlik Kimindir?
İslamiyet, monarşinin hâkim olduğu zamanlarda kendilerini ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ olarak gören halifeler ve sultanlar tarafından mutlak otorite vasıtası olarak kullanılırken, demokratik ve laik anayasal düzene geçilmesiyle birlikte bu defa birtakım tarikatlar, cemaatler ve örgütler dini, devleti ele geçirmekte vasıta olarak görmeye başlamışlardır. Bu maksatla bir taraftan din sömürüsü yaparken, diğer taraftan da ‘darülharp’ (savaş alanı, savaş hali, Müslüman olmayan ülke, yabancı ülke) ve ‘hakimiyet Allah’ındır’ gibi kavramlara tamamen siyasi ve ideolojik anlam yüklediler. (s.86)
Haftaya devam…