Genellikle vakit namazlarını evimde kılıyorum. Bu salgın döneminde tedbirlere riayet ederek “Allah’ın emri ve farz” diye Cuma namazına camiye gidiyorum. Ama her defasında geriliyor, strese giriyorum. Camiye ezana yakın gitmeme rağmen 5-10 dakika dahi olsa vaizi dinlemek zorunda kalıyorum. Öyle laflar ediyorlar, öyle şeyler anlatıyorlar ki; çileden çıkmamak mümkün değil!..
Geçen hafta vaiz, sözleri ile peygamberimizi; hiçbir şeye karışmayan, kimsenin yanlışını eleştirmeyen, düzeltmek için çabalamayan biri konumuna düşürdü. Vaizin amacını anlıyorum; kısaca “bugün yapılan yanlışlara karşı olmayın, aleyhte konuşmayın” demek istiyor. Tam bir Emevi zihniyeti: Cemaatten itaat, biat, sadakat bekliyor.
Bazan öyle saçma-sapan şeyler anlatıyorlar ki; tenakuza düşüyorlar: “Acaba bu benim bildiğim din mi, bu benim bildiğim peygamberim mi?” diye düşünmeden edemiyorum. Bunlar, camiye gelen herkesi; gerçekten ya dinî bilgisi olmayan “cahil cühela” ya da aptal sanıyorlar.
Lütfen! Toplumdaki saygıyı suiistimal ederek “desteksiz atmayın”. İslâm’da yeri olmayan ve Arap kültürünü yansıtan hususları ya da kendi kafanızdaki dini empoze etmeyin. Emevi sultanlarının koydukları kuralları, Allah’ın emriymiş gibi sunmayın.
Yıllardır “hutbe okunurken konuşulmaz, kaş-göz işareti bile yapılmaz, sadece hutbe dinlenir” diye öyle işlediniz ki; bırakın itirazı, yanımızdakiyle bile konuşamıyoruz.
Bundan sonra, Hz.Ömer’e “seni kılıcımla düzeltirim” diyen sahabe hikâyenizi nasıl anlatacaksınız?..
Araplarla farkımız
Milletleri birbirinden ayıran en önemli unsurlardan birisi, karakterlerini de yansıtan kültürleridir. Bunun için kültürleri ve tarihi iyi bilmemiz gerekiyor. Değerlendirebilmemiz için bu şarttır. Kur’an mealini dikkatli okuduğunuzda Arapların kültürlerini, karakterlerini rahatlıkla görebiliyorsunuz.
Aşağıdaki hadiseyi, peygamberimizin dedesinin İslâmiyet’ten önce öldüğünü belirterek savunacağınızı biliyorum. Camilerde sıkça anlatılan bu olay, Kur’an’da Fil Suresi (105)’nde geçer. Her ne kadar Allah’ın gücünü ve kudretini göstermek için bahsedilse de kutsallara verilen değerler açısından Araplarla farkımızı ortaya koyan bir örnektir:
Yemen hükümdarı Ebrehe ordusu Kâbe’yi yıkmak üzere Mekke’nin yakınlarına gelir. (Rivayetlerde Milâdî 547, 563, 570 gibi farklı tarihler yazılmaktadır. Peygamberimiz henüz doğmamıştır.) Otlayan develeri yakalatıp el koyar. Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, Ebrehe’nin karşısına çıkar. Ebrehe, “Kâbe’ye dokunmaması, yıkmaması için” ricacı geldiğini sanır. Abdülmuttalib develerini isteyince çok garipser ve “Kâbe sizin için kutsal değil miydi? Niye korumak için karşıma çıkmıyorsunuz?” der. Abdülmuttalib de “kendisinin sadece develerin sahibi olduğunu, Kabe’yi sahibinin koruyacağını” söyler. Devamını biliyorsunuz: Ebabil kuşları, ayaklarında getirdikleri taşları atarak filleri ve orduyu dağıtınca Ebrehe ülkesine döner.
Peki, İngilizlerin “Türk kaplanı, çöl kaplanı” dediği, 1916-1918 yılları arasında Hicaz cephe komutanımız Fahreddin Paşa (Türkkan) ne yaptı? İngilizlere (içlerinde Mekke Şerifi Hüseyin ve Araplar da vardır) karşı açlığa, salgın hastalığa ve zor şartlara rağmen iki yıl yedi ay Medine’yi savundu. Kaleyi tahliye etmesini isteyen payitahta “Medine Kalesi’nden Türk bayrağını ben kendi elimle indiremem, eğer mutlaka tahliye edecekseniz buraya başka bir kumandan gönderin” cevabını verdi: “Takdîr-i ilâhî, rızâ-yı peygamberî ve irâde-i pâdişâhî şeref-müteallik oluncaya kadar Medine müdafaası devam edecektir” dedi. “İngilizler ile Araplara teslim olmaktansa Hz. Peygamber’in merkadini havaya uçurarak kendisini feda edeceğine” dair yemin etti. Ancak Mondros mütarekesi sonrası İstanbul’dan gelen emir üzerine yanındaki diğer komutanların isteğiyle teslim oldu. 27 Ocak 1919’da savaş esiri olarak Mısır’a, oradan da Malta’ya gönderildi. İstanbul’da kurulan mahkemede idama mahkûm edildi. Ankara hükümetinin gayretleriyle 8 Nisan 1921’de esaretten kurtulup milli mücadeleye katıldı.
Bu olayı, kutsal değerlere bakışımızı yansıtmak için yazdım.
Türk’e düşmanlık
Prof.Dr. Barış Doster (Cumhuriyet, 31/03/2021) köşe yazısında; “…Türk karşıtlığı Araplar arasında da görülür, lakin nedenleri Avrupa’dakinden farklıdır. Öncelikle Osmanlı Devleti’nin Arap coğrafyasındaki varlığından kaynaklanır. Özellikle tutucu, bağnaz Araplar, gerçekçi ve tutarlı bir özeleştiri yapıp geri kalmışlıklarının nedenlerine çare bulmak yerine, kolaya kaçıp geri kalmışlıklarını, Osmanlı idaresine bağlar. Osmanlı’yı suçlar…
Peki, Türkiye’de siyasal İslamcı, yeni Osmanlıcı çevrelerdeki Türk ve Türkiye karşıtlığı nasıl izah edilebilir? Bu çevrelerdeki Arap hayranlığıyla mı, hilafet ve saltanat özlemiyle mi? Başka sebepleri de var mıdır? Açılım sürecinde, T.C. ibaresi kamu kurumlarından kaldırılmıştı. Süreç bitince, yerine döndü. Geçen günlerde Danıştay, okullarda okutulan Andımız ve Atatürk kabartmasının devlet nişanlarından kaldırılmasına karar verdi. Milliyetçiliğin her türlüsünü ayaklar altına alan; ulus devletle hesaplaşmak isteyen; Türk kimliğini ulus kimlik, ortak kimlik, üst kimlik olarak değil, Anadolu’daki herhangi bir etnik topluluk, azınlık kimliği olarak gören sözler belleğimizde. Atatürk adı stadyumlardan, caddelerden, havaalanlarından, okullardan kaldırılıyor. Atatürk’e hakaret edenler baş tacı ediliyor. Lozan ve Montrö karşıtlığı hız kesmiyor. Atatürk’ü anmadan Çanakkale Zaferi kutlanıyor. Son olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı, bakanlığa bağlı bazı müzik ve dans topluluklarının adındaki Türk ibaresini kaldırdı.” demektedir.
Bu iktidar döneminde, özellikle MEB’nın en çok üzerinde durduğu hususlardan biri “değerler eğitimi”ydi: Hizmetiçi eğitimlerde, seminerlerde bunu işlediler. Ama öze dokunmadı, davranışlara yansımadı; sadece sözde kaldı. Aksine; ahlâkî bozulma, çözülme, çürüme, kokuşmuşluk en çok bu dönemde yaşandı, yaşanıyor. O hale geldi ki; hırsızlık ve yolsuzlukla zenginleşenler, kamu malı yiyenler, yalan söyleyenler, fitne ve fesat çıkaranlar, bazı Türk düşmanları “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları ile karşılanır oldu.
Diğer yandan; en büyük değerimiz olan Atatürk’e ve onun koyduğu ilke ve kurallara karşı mahkemelerde, bakanlıklarda, üniversitelerde, okullarda, sosyal medyada yapılan küçük düşürücü, aşağılayıcı saldırılara karşı hiçbir işlem yapılmadı. Şimdilik Atatürk’e yönelen bu saldırılar, aslında “Türk’e ve Türklüğe” yapılmaktadır. Bu kurum ve kişilerin cüreti nereden aldıkları belli!.. Maalesef! Anayasa da kanunlar da keyfi uygulanıyor veya hiç uygulanmıyor!..
Irkçılık söylemi
Vaazlarda ısrarla “dinimizde ırkçılık yoktur” lafı söyleniyor. Algı mı oluşturulmak isteniyor? Irkçılık ile Türkçülüğü aynı göstermeye çalışarak kafalar karıştırılmak mı isteniyor? Türklerin ırkçılık yapmadıklarını bile bile devamlı bunu tekrarlamanın ne anlamı var? Bazılarınızın şuuraltındaki kimliği yüzünden mi Türklüğe düşmanlık ediliyor?
Türk’süz bir Türkiye düşünüyorsanız; buradan bir yere varamazsınız. En başta Allah razı olmaz!..
Artık ikilemlerden, önyargılardan, ırkçılıkla Türkçülüğü eş sayma saplantısından kurtulup gönül rahatlığı ile “Türk’üm” deyin.
Kur’an bilgileri ile Arap kültürünü ayırın; Arapçılık yapmayın.
Camilere siyaseti sokmayın.
M.Akif'in dediği gibi: “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.”
Hep birlikte…