Arslan Tekin, “Medrese aşkı nereye götürür?” başlıklı (09/07/2021, Yeniçağ) yazısında; Nutuk’tan alıntılar yaparak Atatürk’ün görüşlerinden bahsetmekte ve “Kaç gündür medreseler etrafında dolaşıyoruz. Devrimizde medreseleri geri getirmek için içten içe bir faaliyet yürütülüyor. DİB Başkanı Prof.Dr. Ali Erbaş, hususiyetle Doğu illerimize gittiğinde, medreseleri öne çıkarıyor” demektedir.
11/07/2021 tarihli “İslâmcı iktidarda fikrî iflas” başlıklı yazısında da “laiklik” bahsine girmekte ve “Bir kesim var ki, İslâm deyince ‘dincilik / gericilik / irticacılık / laiklik’ kalkanını hemen kaldırıyor; savaş nizamına geçiyor…
Mustafa Kemal neden bahsediyordu? 1924'te kurulan Terakkîperver Cumhuriyetçi partiyi kastederek: ‘... dinî taassubu galeyana getirerek, milleti, cumhuriyetin, terakkî ve teceddüdün tamamen aleyhine teşvik etmek...’
Mustafa Kemal, yine ‘Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emîrlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, nüshacılara, tâli' ve hayatlarını emniyet eden insanlardan mürekkeb bir kütleye, medenî bir millet nazarıyla bakılabilir mi?’ diyordu.
Mustafa Kemal’in bu sözlerini esas alan belli çevreler meseleyi ‘din düşmanlığı’na kadar vardırmışlardır… Kendileri dışındakileri kökten ‘mürteci’ ilan ediyor.
Düşünülmeyen ise, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurduranın da Mustafa Kemal olduğu ve hurafeye girmeden, şeyhleri peygamber yerine koymadan dinin hakkıyla öğrenilmesini hedeflediği... Gittiği yerlerde imamları imtihan bile etmiştir. Kur'ân'ın ezbere okunmasını değil; anlaşılmasını istiyordu.
Medreselere, tekkelere, zaviyelere neden tavır kondu? Çünkü, tarikatlar, şeyhler dinin asıl temsilcileri görüldü. Medrese, dârülfünunun (üniversitenin) önüne geçirilmek istendi.
Batı'ya yönünü dönenler asıl padişahlardır. ‘İslâmcı’ Abdülhamit, kendisinden kısa süre önce kurulan dârulfünûnu geliştirdi. Madem medreseler asıl önemli olan, medreselerin de yüksek kısımları, alt kısımları bölümler vardı. Neden medrese sistemi içinde yol alınmadı da bu kadim mektepler kendi hâllerine bırakıldı? Dârülfünûn ‘ilimler evi’ demek. Bu bile bize bir fikir verebilir.
Yazılacak daha çok şey var. Sonraya bırakacağım. Peşin ret ve peşin kabul bizi birbirimize düşman eder.
İşte zamanımız... İşte en ‘İslâmcı’ iktidarda fikrî iflasımız.” diye yazısını bitirmektedir.
Yazar, 14 ve 15/08/ 2021 tarihlerindeki yazılarında da “laiklik” konusuna devam etmiştir. Bu yazıların da, “R.T.Erdoğan, Eylül 2011’de, Mısır, Tunus ve Libya’yı ziyaret etmişti. Mısır’da İhvancılar henüz devrilmemişti. Onlara beklenmedik bir tavsiyede bulunmuş ve laikliği öne çıkarmıştı. Dün o sözlerini verdik. Bugün Tunus ve Libya’da ‘laiklik’ üzerine yaptığı açıklamaları vereceğiz.
Laiklik açıklamaları siyasî İslâmcıları fena hâlde sarsmıştı. Onun bu açıklamalarını bir taktik görerek teselli bulmuşlardı.
Mustafa Kemal’e ve getirdiklerine kesin bir hat çizen ve bu tarafa hiçbir surette geçiş sağlamayan tarikatların / cemaatlerin yolu hep açık olmuştur. Şu anda girmedikleri hiçbir saha yok. Diyanet’in çok tartışılan tahlilî raporları ortada olduğu hâlde, Millî Eğitim Bakanlığı’yla bile protokoller imzalayabiliyorlar.
Medrese konusuna gelince; bunu, Yılmaz Öztuna’nın “Büyük Türkiye Tarihi” isimli eserinden (10.cilt, 1978) aynen aktarmayı daha uygun buldum: “Medrese, bazı yazarların ve okuyucuların sandığı gibi dinî üniversite değildir. …Yüksek tahsil veren medreseler sayılı şehirlerdedir. Her şehirde, hatta büyükçe kasabalarda bulunan medreseler, orta öğretim veren müesseselerdir. Bugünkü orta öğretimin her iki basamağına, yani hem ortaokula, hem liseye tekabül ederler.
Medresede ders veren öğretmene ‘müderris’ denmektedir. …Medrese müderrisinin ise en az 7 derecesi vardır. Bu dereceleri bilmeyen tarihçiler, bütün müderrislerin bugünkü profesöre tekabül ettiğini sanmışlardır. Halbuki bu dereceler, bugünki orta okul veya lise öğretmeni gibi, üniversite doçent, profesör ve ordinaryüs profesörüne de tekabül etmektedir ve bunların hepsine -ilkokul öğretmenleri hariç- Fransızca’da hâlâ ‘professeur’ deniliyorsa, Osmanlı düzeninde de topuna birden ‘müderris’ denilmiştir. (s.292)
Tanzimat’a kadar bütün bu eğitimin yalnız erkek çocuklara mahsus olduğunu belirtmek isterim. O devirde Avrupa’da olduğu gibi İslâm dünyası ve Türkiye’de de kızlar, ancak resmen ilköğrenim görebiliyorlardı. (s.293)
Yüksek sınıflarda okuyan softalardan (medrese öğrencileri) bazılarını müderris, kendisine ‘danişmend’ olarak seçerdi. Danişmend akademik kariyere adım atmış demekti. Yüksek medreseyi bitiren danişmend, ‘muid’ (müderrisin verdiği dersi öğrencilere tekrar eden) olurdu. Bu doktora vermiş başasistanlık seviyesinde bir ilmî kariyerdi.
Bir müddet muidlikten sonra ‘mülazım’ yani doçent unvanını alan genç ilim adamı, sonra jüri imtihanı geçirip müderris olurdu. Kazâ (ilçe) yolunu tercih edip nâib olması da mümkindi. (s.296)
Osmanlı düzeninde eğitim ve adalet hizmetleri, aynı şeydi. …Umumiyetle muid, önce orta dereceli medreselerde ders verdikten sonra yüksek derecelere geçerdi. ‘İstanbul rüûsu = diploması’ almak müşkildi. …Rüûsu, en yüksek müderris imzalardı. Müderris, rüûs’ta, hangi müderristen rüûs veya icazet (sertifika) aldığını, hocasının hocasını ve onun hocasını zikrederdi. Böylece ilmî bir şecere meydana getirilir ve bu şecere, çok ünlü bir bilginin adıyle, çok eski asırlara bağlanırdı. (s.300)
XVI.asırdan sonra öğretimin ve müderrisin seviyesinin düştüğü ve XVIII.asırda iyice gerilediği bir vakıadır.
III.Selim, Nizam-ı Cedid’e başlayınca, medreseye ve müderrise de çekidüzen vermek için çok çalıştı. Şeyhülislâma gönderdiği bir hatt-ı hümâyûnda, rüûs alacak softanın imtihanına çok dikkat edilmesini ihtâr ediyordu.
‘Tafra’ arttı. İlmiyye mensubunun, belirli kademelerde hizmet görmeden bir veya birkaç derece atlayıp terfi etmesine ‘tafra’ denilmektedir (tafra satmak, buradan gelir). XVII.asırdan itibaren daha çok, iltimas sahiplerine veya ünlü ilmiyye ailelerinin çocuklarına mahsus hale geldi. (s.301)
Müderrisin dersine devamı da bozuldu. Fakat asıl bozukluk, ‘softa’ denilen medrese talebesinde idi (softa, “sûhte” kelimesinin Türk ağzında aldığı şekildir). XVII.asrın ilk yarısındaki Celâli hareketlerine, geniş ölçüde softalar katılmışlardır. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Başta işsizlik gelmektedir. XVII.asır başlarında Anadolu’da medrese sayısı, devlet ihtiyacının çok üzerine çıkmıştı. Hayır sahipleri boyuna medrese inşa ettirmişlerdi.
Medrese tahsilinin yıllar yılı süren meşakkatini çekemeyen softalar, tahsillerini yarıda bırakıp bu çetelere katılmaya başladılar. (s.302) On yirmisi bir arada bir köye dalıyor, güya ders okutuyor, bir müddet sonra emeklerine (?!) karşılık para istiyor, koparabildiklerini alıyor, alamayınca bazan zorbalığa baş vuruyor, köy kızları ile zorla evlenmeye kalkıyor, birbirlerinin nikahını kıyıyor, daha da ileri gidenleri, cana kıyanları oluyordu.
Divan-ı Hümâyûn, …ilk emirlerde, bunlara talebe muamelesi yapılmasını, çok sert cezalar verilmemesini bildirdi. Fakat yıllar geçip iş çığırından çıkınca, … köy basan softalara tamamen eşkıya muamelesi yapılması (yani yakalanıp asılmaları) emredildi. (s.303)
Bu duruma nasıl gelindiğini anladınız mı? O zaman bu çabaları niye?..