1808-1839 yılları arasında padişahlık yapan II.Mahmud’dan bahsedeceğim. Konuya (TDV.İslâm Ans. c.27/s.352) kısa bir alıntıyla başlıyorum: “Saltanatının Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar (1826) geçen ilk devresi, bu ocağın adını öne çıkartmış olarak bütünleşen, menfaatini geleneksel düzenin korunmasında gören, ağırlıklı olarak askerî ve ilmiye sınıfı tarafından temsil edilen, Anadolu ve Rumeli’deki âyanlar (taşrada söz sahibi kişiler) tarafından desteklenen ıslahat karşıtı cephenin tahakkümü altında geçti…
Kendisinin kılık kıyafetle ilgili düzenlemeleri bu anlamdadır. …bıyıkların uzunluğunun kaş genişliğini aşmaması ve sakalların çeneden aşağıya ancak iki parmak kadar sarkması gerektiği tesbit edildi. Din âlimi ve din görevlileri özel kıyafetlerini muhafaza etmekle beraber devlet hizmetinde yer alacak mülkî idare elemanları için Avrupaî bir kıyafet olarak ceket ve pantolon öngörüldü ve fes giyilmesi kabul edilerek geleneksel kıyafetlerden vazgeçildi. Avrupaî kıyafeti içinde …başındaki fes istisna edilirse artık hiçbir farkı kalmayan, resimlerini devlet dairelerine, yurt dışındaki elçiliklerine astıran ve mehter müziği yerine acemice çalınan opera parçalarının bozuk tonlarıyla cuma selâmlıklarında dehşet saçan II.Mahmud’a, Petro’ya ‘deli’ diyen halkı gibi ‘gâvur padişah’ denilmiş olması, milletlerin mukadderatını değiştiren büyük müceddidlerin (Yenilikçilerin) ortak kaderi olsa gerektir.”
Yılmaz Öztuna (Büyük Türkiye Tarihi): “(III.Selim) IV.Mustafa’nın saltanatı sırasında, Veliahd-Şehzade (II.Mahmud) ile sık sık temas ederek, musiki öğretmek bahanesiyle tahta geçeceği zaman yapması icab eden şeyleri kendisine iyice telkin etmişti. Kanuni’den sonra (1566) gelen Osmanlı hükümdarlarının münakaşasız şekilde en büyüğü olan II.Mahmud, Türkiye tarihinde de modern devrin açıcısıdır. İyi şair, bestekâr ve hattattı. Mahlası ‘Adli’ idi. Bütün Batılı tarihçilerin ‘büyük hükümdar’ olarak vasıflandırdıkları II.Mahmud, doğuş eseri olan dehası bir yana, sabır, takip fikri, azim, bir işi sona erdirme, icabında adımını geri almasını bildiği gibi yerinde son derece atak ve sert olma gibi vasıfları nefsinde toplamıştı. İmparatorluğun en felaketli bir anında, dağılması adeta muhakkak bir durumda tahta geçmişti (c.6/s.420).
1826’da Vaka-i Hayriyye’den sonra imparatorluk Batı’ya döndü. Yenileşme kesin ve radikal şekilde başladı. Batı medeniyet ve tekniği alındı. (c.7/s.342)
Ayanların çoğu İstanbul’a çağrıldı ve 29 eylülde (1808) kendileriyle ‘Sened-i İttifak’ imzalandı. 14 ekimde ise Nizam-ı Cedid ordusu ‘Segbân-ı Cedid’ adıyle yeniden kuruldu (c.6/s.442).
…bütün serkeş valileri ve ‘ayan’ denen bir çeşit derebeylerinin çoğunu merkeze bağladı. 1789-1826 arasında gittikçe zayıflayan devletin eyaletler üzerindeki otoritesini yeniden kurdu. Gerçekte Tanzimat, II.Mahmud’un eseri sayılabilir (c.6/s.451).
Büyük reform, Kapıkulu Ocaklarının kan ve ateş bahasına da olsa kaldırılması ve modern ordunun kurulması idi. …Bu kapıkulu Ocakları, kendilerini ıslah etmek isteyen kaç padişahın başını yemişlerdi: II.Osman’dan III.Selim’e kadar. Yanlarında ulema, ilmiye sınıfı vardı. II.Mahmud şu mucizeyi hazırladı ki, ilk defa olarak 1826’da ilmiyye, reformcu padişahın tarafını tuttu ve kapıkulu ocaklarına cephe aldı (c.7/s.342).
465 yıllık ocak tarihe karıştı ve ‘Asakir-i Mansure-i Muhammediye’ adıyla modern Türk ordusu kurulmaya başlandı (c.6/s.447).
1826’dan 1839’a kadar Sultan Mahmud, reform yapan bir hükümdardı. Radikal reform yapan ilk Türk hükümdarı idi. Ama eski tarz padişahtı. İmparatorlukta her şeyin ve her kişinin mukadderatı iki dudağının arasında idi (c.7/s.343).”
1829’da İstanbul’a gelen ve son yeniçerileri gören Sir Adolphus Slade (1804-1877, Osmanlı donanmasında amiral olarak görev yapan İngiliz.)’nin Kaptan Paşa adlı kitabından aktarılan bir anekdotta; “… Mesela İstanbul’da asırlardır zaman zaman veba salgını olur, halk ve ulema bunu Allah’ın işi addederdi. Bugün bütün Avrupa’da salgının önüne geçmek için tatbik olunan karantina usulünü Türkler bir türlü kabul etmemişlerdir. Bilhassa Mekke’den dönen hacıların birçok hastalıklar getirdikleri muhakkaktı. Fakat mübarek yerlerden dönen hacılara kimse söz söylemek istemiyordu. O sıralarda Kız Kulesi, veba hastahanesi olarak kullanılıyordu. II.Sultan Mahmud, halkın cahil tabakasının karantinayı bir gâvur icadı saymasına aldırmadı, kararını verdi ve Fransız doktorunu işin başına geçirerek Türkiye’de ilk defa karantina teşkilatını kurdu.
Benim İstanbul’da bulunduğum bu yıllarda padişahın emriyle Avrupa’da tahsil gören yüzden fazla Türk memuru vardı. Fakat Büyük Devletler, Türkler’e nefes aldırmıyor ve Ruslar’la savaş da Türkler için iyi gitmiyordu. İstanbul’da gıda maddelerine kadar sirayet eden darlık, her şeyi padişahtan bilen halkı bezdiriyordu… (c.9/s.383)”
Kıyafet Kanunu
Yılmaz Öztuna (aynı eser): “1828’de fes resmen kabul edildi. Bizzat padişah bu tarihten ölümüne kadar 11 yıl, festen başka bir şey giymedi ve bir daha başına asla kavuk koymadı. Pantolonu, ceketi, pelerini ile II.Mahmud, kendi başına, bambaşka bir devrin başladığını göstermeye yeter de artar bile… (c.9/s.450).
Artık kavuk falan da yoktu. Asker, sivil -ilmiyyye dışında- kim ki devlet memuru idi, padişah gibi fes giymeye mecburdu. Pantolon ve setre ceket de mecburi idi. Görünüş bakımından Batı’dan fark kalmamıştı (c.9/s.447).
Sultan Mahmud: 3 Mart 1829’da Türkiye tarihinde mühim bir dönüm noktası olan kıyafet kanununu yayınladı. Bununla, bütün devlet memurları (ilmiye sınıfı hariç) fes ve pantolon, ceket giyeceklerdi. Kavuk ve sarık, şalvar ve çarık yasaktı. …Taassubu yenmek için resmini devlet dairelerine astıran II.Mahmud, bu ıslahat aleyhinde bulunanları veya umursamayanları şiddetle cezalandırdı. …II.Mahmud’a ‘Gavur padişah’ diyorlardı.
II.Mahmud’un, kızı Atıyye Sultan’a subay üniforması giydirip saçlarını fes altında toplatarak pantolonla ve erkek kıyafetinde, yanına bir yaş büyük ağabeyi Veliahd-Şehzade Sultan Abdülmecid’i verip askerî birliklere, Seraskerlik makamına, şuraya buraya göndermesi, muhafazakârları artık iyiden iyiye çileden çıkarmıştı (c.7/s.12).
Milli Türk başlığı börk’tür. Kalpak börk’ten çıkmıştır. …Türkler, bilhassa askeri sınıf, XVI.asra kadar börk giymeye devam ettiler. Ama İslâm başlığı olan sarığı da aldılar (börk, kalpak, sarık, kavuk kelimelerinin hepsi öz Türkçedir). Yeniçeriler üsküf giyiyorlardı. …vatandaş istediği başlığı giyemezdi. Zira başlık, üniformanın bir parçası mahiyetinde idi. Baştan börkünü çıkarıp yere çalmak, İslâm’dan önce büyük matem alâmeti idi. Osmanlılarda da devam etmiştir. II.Mahmud, fesi kabul etti. Fes giymemek için ağır reaksiyon oldu. Türkiye’de Hristiyanlar da Müslümanlar gibi giyinirlerdi (c.7/s.329).
Çarşaf denilen çirkin kadın kıyafetine gelince, klasik Osmanlı kadın kıyafetinde mevcut değildir. 1889’dan 1908’e kadar giyilmiş olan kara çarşafın ömrü 19 yıl sürmüştür. (c.7/s.330) …Arab kadınlarına mahsus bir kıyafetti.
Fakat saray hanımları hiçbir zaman çarşaf ve peçe giymemişler, ferace ve yaşmağa devam etmişlerdir (c.7/s.331).”
Haftaya devam…