Kur’an-ı Kerim’de; “Mirası, hak-hukuk (haram-helal) demeden yiyorsunuz.” mealindeki ayeti (89.Fecr,19) okumuşsunuzdur! Kadın anlamındaki “Nisa Suresi”nde de miras konusu geçmektedir ama bu surede kısaca eşler arası miras paylaşımından ve yetimlere/ öksüzlere haklarının verilmesinden bahsedilmektedir.
Fecr Suresi’ndeki bu ayete, geleneksel meal ve yorumlarda daha çok cahiliye dönemi ile bağlantı kurularak bakıldığı ve yorumlandığı anlaşılıyor. Oysa Kur’an ayetleri, sadece indiği dönemle ilişkili değildir; sonraki dönemleri de bağlamaktadır. Bu sebeple, bu ayette başka mirasların da anlatıldığını düşünüyorum.
Miras denilince, hemen aklımıza anamızdan, babamızdan kalan mallar gelmesin: Atalarımızdan kalan miraslar/ değerler de var. Atalarımızdan devredip gelen tüm değerlerimiz, Türk Milleti’nin ortak malıdır; ortak kullanılması ve yararlanılması için gerekli özenin gösterilmesi ve korunması gerekmektedir. Yani ayetteki miras sözcüğü; gerçek tanımından çok daha farklı anlamlar ifade etmektedir.
Miraslarımız/ Değerlerimiz
Çok geçmişe gitmeden, sadece Cumhuriyet dönemini ele alalım: Devletin kuruluşundan itibaren -çok zor şartlarda- birçok önemli kuruluş meydana getirilmiştir. Milletin vergileri ile kurulan bu fabrikalar ve tesisler birer mirastır. Vatan toprakları (tarlalar, arsalar, araziler) ve üzerine yapılan kuruluşlar, üretim tesisleri ve aklınıza gelen birçok eser, bizim değerlerimizdir.
Maddi mirasların yanında millî ve manevî miraslarımız, değerlerimiz de vardır. Devletimiz, kültürümüz, dilimiz, inancımız gibi somut ve soyut değerlerimizi; atalarımız bize emanet bıraktılar.
Peki, hepimizin ortak malı olan bu emanetleri nasıl koruyacağız ya da nasıl kullanacağız? Tabii ki öncelikle görev, devlet yetkililerine düşmektedir; vatandaşın oylarıyla seçilen iktidar sağlayacaktır. Onlar koruyamıyorsa ve eşit şekilde milletin paylaşımına ya da kullanımına sunamıyorsa, millete (seçmene) ve diğer partilere görev düşmektedir.
Maddî miras
Bu mirasın nasıl kullanıldığına gelince; önce “Devlet ticaretle uğraşmaz” algısı oluşturularak özelleştirmenin yolu açılmıştır. Hangilerinin özelleştirilmesi gerektiğinin tespiti yapılmadan kâr eden kuruluşlar bile “Hantal, zarar ediyorlar gibi” bazı gerekçelerle -ıslah ya da yenileme yerine- ucuz-pahalı demeden yerli veya yabancı alıcılara “Babalar gibi satarız” denilerek elden çıkarılmıştır.
Oysa bu kuruluşlar; ülkenin kalkınmasına katkı yaptıkları gibi piyasada fiyat istikrarının sağlanmasında, kontrolünde ve dengelemesinde etkili oluyorlardı. Yeri geldiğinde tüketiciye ucuz mal temin ve teslim ediyorlardı. Bu kamu kuruluşları ortadan kalkınca iş çığırından çıktı, piyasada vurgun düzeni oluştu. Başta belki bu fark edilmemiş olabilir ama bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Sonuçta -rekabet olmayınca- piyasada tekelleşme (kartel, tröst, süpermarketler vb.) oluştu ve fiyatları istedikleri gibi belirleme durumu doğdu.
Yine, ülke içerisinde -özellikle tarımda ve hayvancılıkta- üretimin gerilemesi (gerilettirilmesi) sebebiyle saman da dahil her şey, yurtdışından alınmak zorunda kalındı. Buna da “Paramız var ki yurtdışından mal alıyoruz” gibi saçma-sapan gerekçe öne sürdüler. Ama bu ifadeler, aynı zamanda yurtdışından ithalin bilerek yapıldığı anlamına da gelir. Her yıl dış ticaret açığımız (büyük oranda Çin ve Rusya ile) arttı. İster istemez bu özelleştirmelerin arkasında acaba “Dış güçler mi var?” sorusu akla geliyor ki, medyada da çokça yazılıp çizildi.
Medyada da tekelleşme görüldü. Bu durumu, kamuoyunda algı oluşturmak ve yönlendirmek için atılan (özellikle havuz medyasında) ortak haber başlıklarından anlayabilirsiniz.
Özelleştirmeden elde edilen 70-75 milyar doların akıbetini sormayacağım!.. Velhasıl, toplum bilerek “tüketim toplumu” yapıldı.
Vatan ve toprak satışları
Evinden-ocağından, çoluğundan-çocuğundan uzakta, kanlarını dökerek bu toprakları vatan yapıp bize bırakan atalarımıza; herhalde vefa borcumuz vardır!..
Cumhuriyetin kuruluşlarını satmakla yetinmedik, üstündeki daire, arsa, arazileri de satmaya başladık. Tabii ki yabancılara satışları kast ediyorum. Üstüne eşantiyon olarak bir de vatandaşlık veriyoruz. Sonucu ne olur, umurlarında değil; yeter ki döviz gelsin. Bir de “Toprağı sırtlayıp götürecekler mi?” diye savunma yapıyorlar!.. Götürmezler ama ileride vatanını elinden alırlar; hem de kendi elinle verirsin. Hani, “2.Abdulhamid Han, Yahudilere toprak satmadı” diye övünüyorduk!.. Peki, niye örnek almıyorsunuz da satmaya devam ediyorsunuz?
Bizim kültür dairemiz içinde olan insanları ülkeye kabul etmekte bir beis yoktur ama farklı kültürlerdeki halkları alamazsınız, hele topluca hiç alamazsınız. Bu konuda, ilkeleri çok net koymak zorundayız. Ülkenin nüfus yapısını (demografik yapısını) bozmaya yönelik her uygulama, ileride ülkeyi çıkmaza sürükler. Çözmek istediğinizde ise çok büyük bedeller ödemek zorunda kalırsınız. Bugün ödediğimiz gibi…
Millî ve Manevî miraslar-değerler
Maddî mirasların yanı sıra atalarımızdan devreden millî ve manevi miraslarımız, değerlerimiz de var. Yukarıda bahsetmeye çalıştım: Her milletin millî kültürü farklıdır. Millî kültürümüz, bizi hem bir arada tutar hem de diğer kültürlerden ayırır. Milletin ortak değerleri toplumun ihtiyaçlarına cevap verdikçe milli bütünlük (iç cephe) de sağlam ve sağlıklı olur. Milletimizin birliği, bütünlüğü ve geleceği, bir anlamda millî ve manevî değerlerimize sahip çıkmakla mümkündür.
“İktidar, 20 yıldır millî değerlerimizle ilgili ne yapmıştır?” derseniz, sadece çatışma çıkarmıştır. İktidarını devam ettirmek ve kendi tabanını bir arada tutmak için ayrıştırıcı bir dil kullanmış; gerginlik yaratarak kendi dışındakileri ötekileştirme yolunu tercih etmiştir. Manevî değerlerimizi, millî değerlerimize karşı kullanmaya çalışmıştır. Türk, Türklük, Atatürk, andımız gibi değerlerimize savaş açmıştır. XI. yüzyıldan beri yabancıların “Türkiye”, yani “Türklerin Ülkesi” dediği ülkenin adını tartışmaya kalkışmışlardır. Bugün, millî değerleri kullanıyor olmalarının bir anlamı yok; çünkü güvensizlik yaratmışlardır.
Geçen hafta Macar Türkolog Arminius Vambery (1832-1913)’nin bir sözünü paylaşmıştım: “Türkler en mert, saf ve güvenilir insanlardır. Muhataplarını da kendileri gibi bilirler ve her söylenene itimat ederler. Bilhassa dinî ve manevî bahislerde kimsenin yalan söyleyeciğine asla ihtimal vermezler." diyordu. Son cümledeki ifadeler, maalesef bu iktidar döneminde boşa düşmüştür. Genelleştirmek yanlış ama artık kimse; diyanete, cemaatlere, tarikatlara, hacıya-hocaya inanmamaktadır. Çünkü dini terimleri ve değerleri aşındırdılar, sıradanlaştırdılar, yozlaştırdılar, basitleştirdiler. Maalesef! Ülkede ahlâk çöküntüsü yaşanıyor. Medyada dolaşan şu söz dikkatimi çekti: “Dindarların yolsuzluk yapmayacağı inancı yıkıldı.”
İslâmî dil ve referans üzerinden ülke yönetilmeye çalışıldı ama geldiğimiz nokta hiç iyi değil. Söylemleri ile yaptıkları (icraatları) tam zıt olduğundan toplum, özellikle de gençler dinden uzaklaşıyor.
Kısacası; millî, manevî ve maddi mirasımız, değerlerimiz bütünüyle yok oldu. Maddi değerler, çalışarak yerine konulabilir ama millî ve manevî değerlerin düzeltilmesi yıllar alacaktır. Çünkü sosyal değişim için uzun zaman gerekmektedir.
İslâm’da bir ilke vardır: “Niyet hayır, akıbet hayır.” Unutmayın, niyetiniz hayırsa, akıbetiniz de hayır olur!..