Osmanlı’nın yıkılış sebeplerini yazarken bir arkadaşım, “Osmanlı Türkleri dışladı mı?” diye mesaj gönderdi. Sorunun cevabını doğrudan verebilirim; fakat kendi görüşümden ziyade konuyu farklı kaynaklardan aktarıp takdiri sıra bırakacağım. Bu iki sayfalık yazıdan tatmin olmayanlar; başka kaynaklara bakabilirler.
Önceki yazılarımda belirtmiştim: Osmanlı’nın ilk dönemlerinde beylerin/ padişahların yaşayışları basit ve gösterişsizdi; Türk töresi ve gelenekler hâkimdi.
Prof.Dr.Halil İnalcık; 2.Mehmet (Fatih)’in çok sevdiği büyük oğlu Konya Sancakbeyi Mustafa’nın ölümüne çok üzüldüğünü ve Türk usulü matem tuttuğunu, Mustafa’nın yanında içoğlanı olan İtalyan Jean-Maria Angiolello’nun ağzından şöyle anlatıyor: “Evvelâ odanın zeminindeki bütün halıları attırıyor, yerde bağdaş kuruyor, başındaki külahı yere atıyor, iniltilerle ağlıyor…” (Tarihçilerin Kutbu, Emine Çaykara, İş Bankası Yayın.,2005, s.439)
Osmanlılar kavim olarak Türk olduklarının bilincindedirler, fakat o zaman devlet demek hanedan demek. Hanedan Osmanlı olduğu için de Osmanlı devleti oluyor. (aynı eser, s.106)
Oğuzlar ve Türkmenler, Uygurlar kadar medeni değillerdi: Çoğu göçebeydi, bozkırda yaşıyorlardı. (aynı eser, s.269)”
Fransız yazar A.de Lamartine “Türkiye Tarihi” adlı eserinde; “II.Mehmed de kendinden önceki hükümdarlar gibi divan toplantısına sık sık başkanlık eder, bu arada çeşitli dilekleri olan Osmanlıları kabul ederdi. Bir gün Anadolulu bir Türkmen toz içinde elbiseleri ile İstanbul’a gelmiş ve divanın huzuruna çıkarak kaba bir şekilde sormuştu: ‘Aranızda Sultan olan kimdir?’ Bu küstahlıktan fena halde canı sıkılan vezir-i azam Mahmud Paşa (devşirmedir), II.Mehmed’e imparatorluk makamının bu şekilde zedelenmemesi için teklifte bulundu. O günden sonra II.Mehmed, divan toplantılarına katılmadı. (İmparatorluk Yolu, Tercüman 1001 Temel Eser, c.2/s.488-489)”
İnalcık; “Padişah sürekli sarayda oturduğu için doğrudan halkla teması olmaz, hatta sadrazam hariç çoğu bürokratla da ilişkisi olmaz. Onlarla görüşebilmesi için …rutin tören Cuma selâmlığı… yapılır; ki burada halk padişahı görebilir. Dilekçe vermek istiyorsa verir... (aynı eser, s.453)”
Merkezin iskân politikası
Prof.Dr.Bayram KODAMAN: “Padişah açısından Kapıkulu sistemine baktığımızda, karşılıklı bir menfaat ilişkisi görmek mümkündür. Zira asker ve yönetici sınıflarının kapıkullarından teşkil edilmesinde padişahların da menfaati vardı. Merkezi hükümetin otoritesine karşı çıkabilecek güçlü yerli ve mahalli otoriteler, aileler, aşiretler ve hanedanlar padişahlar tarafından daima kontrolü zor, dolayısıyla endişe ve tehdit kaynağı olarak görülmüşlerdir. Osmanlı padişahları için bu tehlike; sosyal tabanı olan Türk kökenli aileler, aşiretler ve Beylerden gelebilirdi. Bu tehlikeyi önlemenin en iyi yolu, bu tür mahalli-yerli güçleri merkezi yönetimden uzak tutmak ve bunların yerine padişahın çevresinde ve tamamen ona bağlı, toplumla münasebeti olmayan yabancı kökenli Müslüman Kapıkullarından müteşekkil bürokratlar (kalemiye) ve askerler(seyfiye) ordusu veya sınıfı yaratmaktan ibaretti.
…Yeniçeriler bir nevi merkezi otoritenin ve padişahın muhafızları niteliğinde olup, taşrada bulunan beylerin otoritelerini dengelemek için kurulmuştur… (Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış, SDÜ Fen-Edebiyat Fak. Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık-2007, Sayı:16, ss.1-24)”
Dr.Erdal Aksoy da; “Oğuz Türklerinde yaşanılan farklılaşmanın kökeninde, devletin kurucusu olarak Türkmenlerin (göçebe Oğuzlar’ın) bir köşeye itilmesi önemli etkendir… Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu dönemlerinde rastladığımız bu Oğuz-Türkmen farklılaşması Osmanlı toplum yapısında da varlığını sürdürecektir. Çoğunlukla Türkmenler, devleti kuran hâkim unsur olmalarına rağmen, ‘merkezde (yönetim mekanizmasında) yer almayarak, ‘uç’ veya ‘çevre’de yer almaya devam etmişlerdir.
Bu şekilde konar-göçer uç birliklerin (Türkmenlerin) bir araya gelerek ‘birlik şuuru’ geliştirmeleri de önlenmiş oluyordu.
‘Merkez-çevre’ kavramsal çerçevesinden bu farklılaşmaya bakarsak, Osmanlı ‘merkez’leştikçe, konar-göçer Türkmenler ‘kenar’da kalmışlar ve tabii olarak buna tepki göstermişlerdir. Bu tepkiler, sırf inanç farklılaşmasından dolayı çıkan çatışmalar olarak gösterilmeye çalışılsa da daha çok sosyal ve siyasi sebeplerden ortaya çıkmıştır. Bu merkezileşme, Oğuzlarda kültürel değişme sürecini hızlandırırken, çevreyi temsil eden Türkmenler de aksine Türklük bilincini canlı tutmuştur. (Türk Sosyo-Kültür Yapısı İçinde Oğuz-Türkmen-Yörük Kavramsal Çerçevesi ve Sosyal Yapıları, Hacettepe Ün.Yayınları, Ankara, Eylül 2005, s.12-13)
Dr.Cahit Gelekçi ise; “Osmanlı devleti kuruluşundan 17.yüzyılın sonlarına kadar devamlı olarak bir genişleme süreci içerisinde olmuştur. İmparatorluk dışa doğru sınırlarını genişlettiği bu dönemde dışa yönelik bir iskân politikası izlemiştir. …aşiretleri bir iskân unsuru olarak yeni ele geçirilen yerlere yerleştirmekte kullanan Osmanlı devleti, duraklama ve gerileme devrinin başlaması dolayısıyla birçok meselelerle karşı karşıya kalmış, imparatorluğun bu dönemden sonraki iskân şekli ve nedenleri değişmiştir…
…uzun yıllar boyu süren savaşlar… neticesinde ekonomi bozulmuş, merkezi otorite zayıflamaya başlamış, iç karışıklıklar baş göstermiştir. Devlet içerisindeki bu karışıklıklar yerleşik halkın bir kısmının bulunduğu yerleri terk etmelerine neden olmuştur… Bu iskân politikaları esnasında çok sayıda aşiret bölünmek zorunda kalmış, farklı bölgelere isteyerek ya da zorunlu olarak yerleştirilmişlerdir. (Konar-Göçer Sarıkeçili Yörükleri, aynı yayın, s.27-29)
Mezhep
Yrd.Doç.Dr.Serdar Sağlam; “…özellikle de Orta Asya Türk toplumlarının İslam anlayışında önemli ölçüde kaymalar olmuştur. …kendi geleneksel hayat ve din anlayışlarını İslam’a katarak heterodoks İslam, yani gayri Sünni İslam adı verilen bir İslam yorumu ve anlayışı gerçekleştirmişlerdir. XVIII. ve XIX.yüzyıl Türkmenlerinin dini inançlarında ve yaşamlarında ağır basan İslam’ın bu heterodoks yorumudur. Tarz olarak belki Türkmenler Sünni mezhebinin Hanefilik ve Maturidilik özellikleri içinde yer alsalar da algılama, inanç ve değerler bakımından güçlü bir gelenek altından heterodoks İslam anlayışına yönelmişlerdir (Necef, Berdiyev 2003:297-298). (Sarıkeçililerde Dini Hayat ve İnanışlar, Aynı yayın, s.75)
Yılmaz Öztuna (Büyük Türkiye Tarihi): “Esasen Doğu İran Kürdleri, Sünni oldukları için daha çok Padişah’ı tercih ediyorlar, fakat Osmanlı’nın çok merkeziyetçi idare sisteminden de ürküyorlar, Ortaçağ’da alıştıkları feodal hayatı devam ettirmek istiyorlardı. (c.4/s.143)
Bu suretle Safevi devletini, İran’daki Türkler değil, Anadolu’daki Türkler kurdu. Birkaç yüz bin Türkmen Anadolu’dan ebediyen çıkıp İran’a yerleşti. (c.4/s.160)
Türkmenler, beylerine asırlardan beri candan bağlı, geleneklerine sadık toplumdu. Bilhassa bu Türkmen boylarının beyleri, merkezi bir devlette aleladeye çok yakın teb’a veya vatandaş derekesine düşüyorlardı. Bunu psikolojik olarak kabul edemiyorlardı. …Tabi bey, bu göç için kendi otoritesinin yok edilmesini değil, başka sebepler göstermeye mecburdu. Bu sebeplerin başında inanışlar geliyordu. Gerçek dinin, Şah’ın dini olduğu propagandası, sazıyla, sözüyle, nefesiyle, ilahisiyle, dedesiyle, babasıyla, halifesiyle her an Türkmen’in saf beynine akıyordu. Bu kitle İran devletinde hâkim ve hayati unsur mevkiine yükseliyordu. Osmanlı devletinde ise alelade vatandaştı. (c.4/s.161)”
İnalcık hoca; “Sonra Osmanlı araya girdi, Türkmenleri Şi’î oldukları için Azerbaycan’a sürdü, Sünni oldukları için Kürtleri tuttu. O zaman devlet rekabetinde ve halk kimliğinde din kesin rol oynuyordu (aynı eser, s.460) ifadesine, şu ifadesini de eklemek istiyorum: “Bugün Sırp, Bulgar, Yunan, Romen devleti var; eğer Osmanlılar onları, 19.yüzyılda Hıristiyan ülkelerde gördüğümüz gibi soykırıma tabii tutsalardı, bu halklar… ortaya çıkıp kendi devletlerini kuramazlardı. Osmanlı, bir Türkleştirme, İslâmlaştırma politikası gütmedi. (aynı eser, s.383)”
Fakat, Araplara “Kavm-i necip”, Ermenilere “Millet-i sadıka” diyen Osmanlı’nın; aynı hoşgörüyü Türkmenlere/ yörüklere göstermediği anlaşılıyor. Herhalde bunda devşirme vezir ve paşaların da etkisi vardır!...