Sivil toplum kuruluşlarının kurulmasına ve faaliyetlerine yönelik yasalarımız olduğu gibi sendikalar ve partiler için de yasalarımız bulunmaktadır. Bu yazımda, ayrıntıya girmeden sendikacılık ve particilik konusundaki görüşlerimi aktaracağım.
Sendikaları; işverenlerin/patronların sendikasını ayrı tutarsak, memur ve işçi sendikaları olarak ikiye ayırabiliriz.
Memur sendikacılığı: 1992 yılında farklı hizmet kollarında kurulan 13 sendikamızla birlikte 24/06/1992 tarihinde üst kuruluşumuz olan “Türkiye Kamu-Sen” oluşturuldu.
Kurucuların büyük çoğunluğu ülkücü görüşten geliyordu ama mesela; Türk Eğitim-Sen’in kurucuları olarak sendikal çalışmalarımızda -yakın arkadaş sohbetleri hariç- bunu pek gündeme getirmedik. Çünkü gayemiz; kamu görevlilerinin var olan haklarını korumak/ savunmak ve onlara yeni haklar sağlamaktı.
Mücadelemizi bu minvalde yürüttüğümüz için -sol da dahil- tüm partilere gönül vermiş memurlar sendikamıza üye oluyorlardı. Hiçbir ayrım yapmadan haksızlıklara karşı mücadele veriyorduk. Bu tutumumuz, kısa zamanda teşkilatlanmamıza ve üye bazında büyümemize yardımcı oldu.
Genel merkezin kuruluşundan itibaren hızla yurt genelinde teşkilatlanmaya gittik. Ortada bir yasa olmadığı için işleri amatörce yürütüyorduk. İllerde, ilçelerde kısa sürede 250 şubenin kuruluşunu yaptık.
Yasa olmadığından gelirimiz de yoktu. Harcamalarımızı kendi cebimizden veya salma saldığımız şubelerden gelen paralardan karşılıyorduk. Yöneticilerimizin veya yakın eş ve dostlarımızın arabalarıyla yurt gezilerine çıkıyor, sendikal çalışma yapıyorduk.
Geçmişte denemesi olsa da Türkiye’de memur sendikacılığı yeniydi ve karşımıza zorluklar çıkıyordu. Öncelikle amirlere ve memurlara sendikayı kabul ettirmek ve etkin eylemlerle memurları sendikacılığa ısındırmak gerekiyordu.
Büyük eylemlerimiz, mitinglerimiz bir tarafa her Perşembe Kızılay’da, Sakarya Caddesi’nde toplanarak yetkililerin ve kamuoyunun dikkatini çekmek için farklı eylemler yapıyorduk. Bugün bazı grupların eylemlerde kullandığı tabut taşımak, “açlığın- yoksulluğun ifadesi olarak” vücudun üst tarafı ve/veya ayaklar çıplak yürümek gibi eylemler, hep bizim buluşlarımızdır. Dikkat çeken ilginç sloganlar da üretiyorduk.
Sendikayı kurarken, “sendikacılık solun işi, bırakın bu işleri” diyen bazı arkadaşlarımızın, daha sonra vefasızlıklarını, ayak oyunlarını da gördük. Bizler; kimseden bir şey beklemeden, Türk Milliyetçilerinin de sendikacılık yapabileceğini ispatlamak ve idealimize hizmet için bu mücadeleyi verdik. Sendikalarımızın, hatta Türkiye Kamu-Sen’in bugünlere gelişinde ne emekler verdiğimizi/ harcadığımızı, ne zorluklar/ sorunlar yaşadığımızı, nelerle karşılaştığımızı, hangi badireleri atlattığımızı; o gün görev yapan merkez ve şube yöneticilerimiz, tanıyanlarımız çok iyi bilirler: Emeklerimizi inkâr etmediklerini biliyorum ama dile getirmediklerini de…
Benzer çalışmalar, karşı ideolojik gruplarda da yapılıyordu ve onlar da kendi kuruluşları etrafında toplanıyorlardı.
Gerçekten, o günlerde hak arama mücadelemiz bir başkaydı. Bugünkü kadar genel veya bireysel sorunlar çok fazla değildi. Belki isteklerimiz dile getirmekte zorlanıyorduk ama 657 sayılı DMK güvencemizdi. Ücretler, hayat şartları ve alım gücü; bugünkünden daha iyiydi. Ya bugün!.. Yandaş sendikanın son günlerde atıp tuttuğuna bakmayın; geçmiş toplu görüşmelerden çıkan sonuçları gördük. Diğer sendikalara gelince, kendime yakıştıramadığım için bir şey yazmayacağım; neyse!..
2001 yılında 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu çıkınca rahatlayacağımızı sanmıştık ama ne yazık ki, 2002 genel kurulu öncesinde ve sonrasında yaşananlar, sendikal çalışmamıza ve gelişmemize büyük darbe vurdu.
Son tebliğe göre (R.G:04/07/2023- 32238) toplam 2.858.424 memurun 2.130.644’ü sendikalıymış. Demek ki, kamu görevlilerinin %74.54’ü sendikalı. Çok iyi diyebilirsiniz ama “kazın ayağı öyle değil!”. Çalışanlar inanarak sendikalara üye olmuyorlar!.. Makamlar/ mevkiler; ehliyete, liyakate, tecrübeye bakmadan tek elden dağıtılıyor da ondan… Bir de “toplu sözleşme ikramiyesi” sayesinde…
Sendikaların üye sayılarını yazmadım: Resmî Gazete’de var. Şahsi düşüncem; bir iktidar değişikliğinde üyelerin büyük çoğunluğu çabucak yer değiştirecektir.
İşçi Sendikacılığı: Geçmişte işçi sendikaları çok büyük ve güçlü eylemler yapmakta ve greve gidebilmekteydiler: Bugün bırakın hak aramayı, sokağa bile çıkartılmıyorlar, greve gidemiyorlar. 20 grev milli güvenlik gerekçesi ile yasaklanmış.
Tebliğe göre (R.G:31/07/2023- 32265); Temmuz/2023’de işçi sayısı 16.413.359, sendikalı işçi sayısı ise 2.421.940’dır. Kayıtlı işçilerin, sadece %14.76’sı sendikalı olup %85,2’si sendikasızdır. Türkiye’de 20 iş kolunda toplam 227 sendika bulunuyor. Kayıtlı işçilerin %85’ni sendikasız çalışırken, %1’lik işkolu barajı yüzünden birçok sendika toplu sözleşme imzalayamıyor. Sendikaya üyelik oranı %58’den 15’e kadar gerilemiş.
Açıklamalara göre; Türkiye, işçi hakları açısından uzun çalışma saatleri, düşük ücretler ve kötü çalışma koşulları sebebiyle karnesi en kötü ülkeler arasında… Bu iktidarı döneminde sendikal çalışmalar ve gelişmeler gerilemiştir.
Unutmayalım: Sendikacılığın özünde, yanlışlara karşı muhalif olmak vardır.
Siyasi Partiler
Geçen hafta, siyasi partilerin de sivil toplum kuruluşu olduğunu yazmıştım. Diğer STK’lar, kendi alanlarında üyelerine hizmet etmeye ve haklarını savunmaya çalışırken; siyasi partiler, seçimle iktidara gelip devleti yönetmeyi ve vatandaşın tamamına hizmet etmeyi amaçlarlar. Gerçekte öyle mi?..
Ülkemizde 136 siyasi parti olduğu belirtilmektedir. Siyasi partileri, kendimce üçe ayırdım: Birincisi, iktidara gelmek için mücadele edenler. İkincisi, iktidarı düşünmeyenler veya heves dahi etmeyenler. Bunlar kolayını bulmuşlar; bazan muhalefet gibi bazan da iktidar gibi davranıp dışardan gazel okuyorlar. Nasıl olsa sorumluluk yok, gelecek kaygısı yok. Üçüncüsü ise hiç iktidara gelemeyecek olanlar.
Önceleri, “bırakın iktidara gelmeyi barajı bile aşamayacaklarına göre niye parti kuruyorlar acaba” diye düşündüğüm olurdu. Parti kurmak kolay değil; büyük paralara ihtiyaç var. Ama öngörüleri varmış!.. 2010 Anayasa Referandumundaki değişiklikler -adı büyük kendi küçük- bu partilerin bazılarını “bulunmaz Bursa kumaşı” haline getirdi.
“Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi!..” diye ucube bir sistem getirdiler. Biraz tarih okuyanlar bilir ki, Türk Tarihi’nde de Türk Töresi’nde de böyle bir sistem yok. Kağanlık dönemlerinden Osmanlı’ya kadar tüm devletlerimizde, etkili ve yetkili ikinci bir adam vardır. Cumhuriyette de Cumhurbaşkanı var ama devleti yönetmek üzere seçim sonucu iktidara gelen partinin genel başkanına veya TBMM üyelerinden birine Başbakanlık görevi verilir ve bakanlar kurulu oluşturulurdu. Şimdi Cumhurbaşkanı seçiliyor, diğerleri atama!.. Meclis göstermelik!..
“Başka ülkelerde de başkanlık, yarı başkanlık var” diyebilirsiniz. Onların sistemlerinde makamları tamamlayan, altını dolduran güçlü kuruluşlar bulunmaktadır. Açıkçası; demokrasimizin gelişmesi için geçmişte çok uğraş verildi; lakin gele gele tek adam rejimine geldik!.. Bir kişi ve bir parti devletin ta kendisi oldu!..
Zaten doğru dürüst bir demokrasi ve yönetim anlayışımız yok. Ülkemizdeki demokratik anlayışın varlığı veya yokluğu ya da gelişmişliği, biraz da siyasi partilerdeki demokrasi anlayışına bağlı. Partilere genel başkanların ve yönetimlerin seçimleri nasıl yapılıyor; hepiniz biliyorsunuz?.. Bazı partilerde de -yasa hükümlerini yerine getirmek için- öylesine genel kurullar yapılıyor, genel başkanın istedikleri listeye giriyor/seçiliyor.
Sonuçta bu sistem; milyonlarca oy alan partileri, birkaç yüz oy alan küçük partilerin ayağına gider hale getirdi. Tüzükleri, programları, anlayışları, ideolojileri birbirine uymayan partileri; mecburen birbiriyle ittifaka yöneltti.
Hayrını görelim!..