İnsanların “övgülü sözler”le kendisinden bahsetmesini yanlış bulurum. Bir insanı, bir başkasının -özellikle onu iyi tanıyan birisinin- değerlendirmesi gerekir. Çünkü, insanın kendisini övmesi; o insanın tevazudan uzaklaştığı, kibirlendiği ve/veya aşırı gururlandığı şeklinde yorumlanabilmektedir.
İnsanın kendisini övmesi doğru değildir, ama yapması gereken başka doğrular vardır: Mesela; kendini sorgulamak, özeleştirisini yapmak, özünü tartmak ve sonunda “haddini bilmek” gibi… “Ben kimim, nasıl bir insanım, karakterim nasıl, iyi bir insan mıyım yoksa kötü mü?” diye kendimize sormamız lâzım. Veya “İnsanlara ne kadar faydalı oluyorum? Tanıdıklarım benden uzaklaşıyorlar mı, yoksa daha da yaklaşıyorlar mı? İnsanlarla ilişkilerim samimi mi / dostça mı, yoksa çıkara mı dayalı? Arkadaşlarım, dostlarım; benimle ilişkilerinde endişe taşıyorlar mı, şüphe duyuyorlar mı? Akrabalarımla ve çevremle ilişkilerim nasıl? Dahası ülkemle, milletimle, memleketimle ilişkilerim nasıl? Kendimle barışık mıyım yoksa kavgalı mı?” Bu ve daha bir çok soruları -zaman zaman değil- sık sık kendimize sormalıyız.
Kendimizle barışık mıyız?
Baştan belirttim: İnsanın kendisinden bahsetmesi gerçekten çok zor. Bırakın kendimden bahsetmeyi, bulunduğum ortamlarda bir başkasının benden bahsetmesi bile utanmama sebep oluyor. Şahsen şu düşüncedeyim: Birisi övülecekse kendisinin olmadığı ortamlarda övülmeli, yerilecekse de başkalarının yanında değil kendisi ile özel konuşulmalıdır. Fakat, yanlış anlaşılmamak için bazen yazılarımda kendimi anlatmak zorunda kaldığım oluyor.
Kendimi çok sorgularım. Çocukluk ve gençlik yıllarımı bir tarafa bırakırsak, zamanla tecrübe ve birikim kazandıkça, okudukça, olgunlaştıkça; kendimle barışık bir insan olduğumu fark ettim. Mesela: Fiziki görüntümü -yaratılışımla bağlantılı olduğundan- hiç problem etmedim. Etrafta konuşulan lafları duymazlıktan geldim, umursamadım. Çünkü, caddede - sokakta, bayramda - seyranda, hastanede - hapishanede insanları gördükçe ve gözlem yaptıkça, Tanrı’ma hep şükretmem gerektiğini anladım: Üzülecek o kadar çok konu var ki!..
Olaylara, yaşananlara; “at gözlüğü”yle veya “dar açı”yla bakmamaya gayret ederim. Bakış açımı, ufkumu geniş tutmaya çalışırım. Kararlarımda aceleci ve hızlı davranmam; sakin ve sabırla düşünür, öyle karar veririm. Meseleleri mümkün olduğunca önyargılardan uzak şekilde yorumlarım. Radikal veya fanatik olmamaya özen gösteririm. İfrattan ve tefritten uzak, orta yolu tercih ederim. Uçlarda dolaşmak yerine kendimi merkezde konumlandırırım.
Duygusal bir insan olmama rağmen tecrübe ve birikimimle gerçekçi, rasyonel olmaya çalışırım. Başkalarının yerine kendimi koyarak, yani empati yaparak insanlarla ilişkilerimi sürdürürüm. İnsanları kırmamaya çalışırım. Çok mecbur kalmadıkça kimseye kızmam, kimseyi azarlamam, incitmem. Zaten karakterim de buna müsait değildir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin “İncinsen de incitme” sözü rehberimdir: Zaten genelde de hep kendim incinirim.
İnatçı olsam da peşin hükümlü değilimdir: Karşımdakileri dinler, doğru bulduğum fikirleri, önerileri kabul ederim. Mükemmeliyetçiyimdir. Memuriyet hayatım boyunca; sorumluluk aldığım her görevi, her işi layıkıyla yerine getirdiğime inanıyorum. Astlarıma yetkim çerçevesinde huzurlu bir çalışma ortamı hazırlamaya çalıştım. Disipline önem verdim. Suiistimale fırsat vermedim, iyiniyetimi kötüye kullanmak isteyenlere de gerekeni yaptım.
Elimden geldiğince güne pozitif, olumlu başlarım. Böyle başladığım zaman günümün daha güzel geçtiğini ve işlerimin yolunda gittiğini düşünürüm. “Ümitsizliği ve karamsarlığı” uzak tutarım. Etrafımdakilere enerji vermeye, moral ve motivasyon sağlamaya çabalarım.
Çevremizle barışık mıyız?
Tereddütlerim var. Bazen “niye böyleyiz, niye huzurlu ve mutlu değiliz, niye birbirimizin yüzüne soğuk bakıyoruz?” diye soruyorum. “Niye eskisi gibi konuşamıyoruz, samimi ve dost olamıyoruz?” Soyumuz aynı, boyumuz aynı, sülalemiz aynı, akrabalığımız aynı, ana-babamız aynı, dinimiz aynı, düşüncemiz aynı olanlarla bile küs veya kırgınız. Olacak şey mi?
“Tabiata (doğaya), hayvanlara, bitkilere karşı nasılım?” Şimdi değerlendirdiğimde, “iyiyim” diyebiliyorum. Çocukluğumuzda doğayla iç içeydik, ama bugün ki gibi değildik. Özel olarak hayvan sevgisi verilmezdi. Bize yardımcı olan, bizi besleyen, dostlarımız diyebileceğimiz hayvanlara bile bazen kötü olabiliyorduk. Çünkü büyüklerimizden öyle görüyorduk. Veya büyüklerimiz söylüyor, biz yapıyorduk. İstesek de istemekse de bazen hayvanlara zarar veriyorduk. Özellikle vahşi ve zararlı hayvanlara karşı sanki düşman gibiydik.
Toplumla barışık mıyız?
“Eşinle, çocuklarınla, yakınlarınla, dostlarınla, arkadaşlarınla, ülkenle, milletinle, vatanınla nasılsın?” diye sorarsanız, “çok iyiyim” derim. Ama benden veya yakınlarımdan kaynaklanmayan sıkıntılar, sorunlar, gerginlikler, stresler vs. var. “Bizim psikolojimizi etkileyen, bozan kimler? Huzurumuzu kaçıranlar kimler?” Uzak sandığımız, ama çok yakınımızda olan başka birileri mi var? Bunlar, her gün televizyonlara çıkıp bizi laf bombardımanına tutanlar mı? “Gözlerini pörtlete - pörtlete” bağıran, çağıranlar mı? Vatandaşları “kardeş yapmak, millet yapmak” için uğraşacaklarına, “millî birlik ve bütünlük” için birbirine yakınlaştıracaklarına; kin, nefret, ötekileştirme vs. söylemleri ile ayrıştıranlar mı? Ehliyetsiz, liyakatsiz, beceriksiz, tecrübesiz bazı siyasilerden, atanmış bakanlardan, bürokratlardan mı; hak ve adalet dağıtması gereken kurum ve kuruluşların kararlarından mı; ilim ve din adamı kisvesine bürünmüş algı oluşturan hocalardan mı? Kimden kaynaklanıyor? Yoksa hepsinden birden mi? Artık kendinize geliniz!.. Huzur istiyoruz.
Sonuçta bizler; akıl, zeka ve idrak sahibi insanlarız: İnsan ve insanlık için çalışmalı, insanlara yardımcı ve destek olmalıyız. Bir de kendimizi “Müslüman” görüyorsak; “teslim olmak, boyun eğmek” anlamının yanı sıra, “barış, güven ve esenlik” anlamına da gelen “İslâm”ın ilkelerine uymak zorundayız. Öncelikli görevimiz “Allah’a kul olmak”tır. Birilerinin sözü ile değil; kendimiz doğruyu, iyiyi, güzeli bulmak ve yapmak için çabalamalıyız. İnsan, kişilikli ve ilkeli olmalıdır. Bir konferansta konuşmacı: “Yaptıklarımız ulvî bir nedene dayanırsa bu ilkeli davranıştır. Mesela: Yolda ayağımıza takılan bir taşı ‘ayağıma takıldı’ diye kaldırırsanız, şahsi bir nedenledir. Ama ‘taşı yoldan kaldırayım da bir başkasının ayağına da değmesin’ diye düşünüp kaldırırsanız, yüksek bir nedenledir.” demişti.
Tabii ki, “Ey İnsanlar! …birbirinizi tanımanız için sizi kavim ve kabilelere ayırdık” (Hucurat, 49/13) ayetince milletimizi seveceğiz. “Türk Milleti”ne hizmet edeceğiz. Küresel güçlerin algısına kanıp “dünya vatandaşı” zihniyetine sahip olmadığımız gibi, “Haymatlos”, yani vatansız da değiliz. Vatanımız olan “Türkiye Cumhuriyeti” için çalışırken, dünyayı da tanımaktan geri kalmayacağız. “Üç günlük” dünyadayız: “Öteki taraf”a hiçbir şey götüremeyeceğiz. O halde, bu mal hırsı niye?..
Yunus Emre’nin “Yaratılanı severim Yaradan’dan ötürü” sözünü unutmadan, öncelikle kendi kendimizle barışalım.