Ankara halkının “boynuzlu otobüs” diye adlandırdığı troleybüs çok sıcak olurdu. Eskiden Ankara’nın soğuğu da çok meşhurdu. Kaldırımlardan -özellikle gölge yerlerden- aylarca buzlar kalkmazdı. Düşenler; kolunu, ayağını kıranlar çok olurdu. Şimdi ki kışlar ne ki, zaten uzun zamandır kış mı görüyoruz? Doya doya kar mı seyrediyoruz? Ya da kar topu oynayacak, sokaklarda merdivenlerle kayacak kar mı bulabiliyoruz? Bir “küresel ısınma” lafıdır gidiyor ama tedbir yok: Bakalım, sonumuz ne olacak?..
Dediğim gibi troleybüs çok sıcak olurdu. Bazen hafta sonları Erol’la veya diğer arkadaşlarımla buluştuğumuzda; troleybüse biner, en arka koltuklara geçer otururduk. Troleybüs; Dikimevi’nden kalkar -duraklarda dura dura- Dörtyol, Samanpazarı, Anafartalar Caddesi’nden Ulus’a ve buradan sağa Çankırı Caddesi’ne döner, tâ Dışkapı (Yıldırım Bayezit Meydanı)’ya kadar gider, oradan geri dönüş yapardı. Yine Çankırı caddesi üzerinden Ulus’a, Atatürk Bulvarı’ndan Kızılay’a çıkar ve Kızılay’dan sola döner Ziya Gökalp Caddesi’ni, Koleji, Kurtuluş’u, Cebeci’yi geçerek Dikimevi’ne gelirdi. Bu yolcuğu yaklaşık 2-2,5 saat sürerdi. Bu sürede, sıcak ortamda arkadaşlarla sohbet eder, Dikimevi’ne gelince iner ve evlerimize dağılırdık.
Tatiller de Elbistan’a giderdim. 1970’lerde bol paçalı (İspanyol paça denirdi) kadife pantolonlar modaydı; bu pantolondan benim de vardı. Ayrıca erkekler, saçlarını uzatıyorlardı. Aslında kılık-kıyafetimizde de görüşlerimizde de bir kafa karışıklığı vardı. Devamlı okuyor, bir şeyler öğreniyor ve tartışmalara giriyorduk. Tabii konuşmalarımız; geleneksel sosyal ve dinî anlayışa aykırı görülüp hemen “solcu, sosyalist veya komünist” olmakla suçlanıyorduk. Alışılmışın ve/veya geleneğin dışında, farklı bir ifade kullanmak suçmuş gibi suçlu sandalyesine oturtuluyor, günahkâr ilan ediliyorduk. Ablamın bile bana kızdığı oluyordu.
Henüz çok gençtik ve bilinçsizdik. Kendimi bir solcu olarak görüyor muydum? Hayır. Peki, sağcı olarak görüyor muydum? Yine, hayır. Zaten sağcı ve solcu yakıştırması, pek hoşuma gitmezdi. Aslında bugün ki fikirlerimle o gün söylediklerim arasında çok da fark yokmuş...
Elbistan’a dönüşüm
Liseden sonra üniversiteye giremediğim için Elbistan’a döndüm. Arada üniversite sınavına gidip geliyordum. İşi oldukça babamla çalışıyordum ama rahatsızlığı sebebiyle çalışacak gücü kalmamıştı. Arif Karanlıktagezer’in simitçi fırınına girdim ve dört ay çalıştım. Ayrıca, bu kişinin çeşitli müzik aleti çalan (kendisi klarnet çalardı) bir ekibi vardı; düğünlerde ve bayram törenlerinde görev alırlardı. Fırın, çarşıdan Köprübaşı’na doğru giden cadde üzerinde soldaydı.
Fırının karşısında tamircilik yapan -yanlış hatırlamıyorsam saat tamircisiydi- ismini hatırlamadığım, 40-45 yaşlarında birisinin dükkânı vardı. “Osman Bölükbaşı’nın partisinden” derlerdi. Dükkânına çeşitli gazeteler gelirdi; o döneme göre okumayı seven bir kişiydi.
Osman Bölükbaşı’nın Genel Başkanı olduğu Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)’nin ilçe teşkilatı neredeydi, hatırlamıyorum. Bildiğiniz gibi; CKMP’nin adı, 9 Şubat 1969 tarihinde yapılan kongrede Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirilmiş ve genel başkanlığa Alparslan Türkeş seçilmişti.
Boş zamanlarımda eski çocukluk ve sınıf arkadaşlarımla dolaşıyorduk. Onlar da ayrışmışlar, farklı düşünce gruplarının içine girmişlerdi.
1973 yılında MHP ilçe teşkilatı; Çarşı Camisi’nin kuzey tarafındaki Marangozlar Çarşısı’nda, yeni yapılan üç katlı bir binanın ikinci katındaydı. En yakın arkadaşlarım olan Nahit Salt ve Fethi Yıldız (her ikisi de rahmetli oldular)’la ara sıra partiye gidiyorduk. Çeşitli dergi ve bildiriler alıyor, okuyor; kendimizi bilgilendirmeye ve yetiştirmeye çalışıyorduk.
İnançlı kesim üzerinde oyunlar
Başlangıçta, belki Milli Nizam Partisi’nin kapatılması sebebiyle de olabilir; kendisini sağcı ve muhafakâr gören birçok vatandaş MHP’ye geliyordu. Partiye bir yönelme vardı ve destek veriyorlardı.
Partisinin kapatılması üzerine İsviçre’ye giden Prof.Dr. Necmettin Erbakan; yurda dönerek 11 Ekim 1972 tarihinde Milli Selamet Partisi (MSP)’ni kurdu. Bir önceki partisi “laikliğe aykırı çalışmalar yürüttüğü” gerekçesiyle kapatılmıştı. Yine, benzer kadrolarla adı değişik ama kendisi aynı olan parti kurulmuş oldu. O yıllarda, Süleyman Demirel’in genel başkanı olduğu Adalet Partisi (AP)’nin oylarını bölmesi için 12 Mart 1971 Muhtırasını veren ekip tarafından Erbakan’ın ikna edildiği, söylentileri çıkmıştı.
MSP, 1973 seçimlerine katıldı ve 48 milletvekili çıkardı. AP’ye zararı olmakla birlikte en büyük zararlarından biri de MHP’ye oldu. Daha önceki birliktelik bozuldu, ayrışma yaşandı. Sağ ya da muhafazâr kesim (onların tabiri ile Müslümanlar) MSP’ye gittiler.
7 yaşından beri inancının gereğini yerine getiren biri olarak, nedense kendimi hiçbir zaman bu kesimin içinde görmedim. Bugüne kadar okuduklarımdan da şunu anladım: Sadece Türkiye’de de değil, tüm Müslüman aleminde “sağ - muhafazakâr kesim”, din kisvesine bürünenler tarafından kullanılmışlardır. Ayrıca bu kişiler, parti kapatmalarını mağduriyete dönüştürerek işlerine yarar hale getirmişlerdir. Her defasında daha da büyümelerine vesile olmuştur. Sanki bir el; büyümesini istedikleri parti veya kişileri bir şekilde mağdur ederek, o düşüncenin gelişmesine hizmet etmektedir. Bunu daha sonraki yıllarda da yaşadık. Bizim insanımız ne kadar mütedeyyin olsa da, farkında olmadan radikal, aşırı, cihatçı kişilere rağbet gösteriyor; arkasını - önünü düşünmeden inanıyor, çabucak gaza geliyor.
Eğer Arap tarihini, halifeler dönemini okuduysanız, yaşananları fark etmişsinizdir. Bazı olaylar Allah’ın emirlerine, İslâm’a uygun mu? İslâm’ın ilkeleri mi daha baskın, yoksa Arap adetleri mi?.. Bakmayın, hocaların ballandıra ballandıra anlattıklarına… Bazı rezaletleri okuyup öğreniyorum diye ne dinden çıkıyorum ne de imanım eksiliyor…
Bizim tarihimizden, Osmanlı’dan bir örnek verelim: II. Mahmud döneminde “fes getirilince”, aynı zihniyet “din elden gidiyor” diye isyana kalkıştılar. Daha neler, neler…
Ne ise… Bu haftaki yazımı bir hatıramla bitireyim: Elbistan’da iken, muhtemelen 1973 yılıydı: Her zaman olduğu gibi Cuma namazına evimizin yakınındaki Ulu Cami’ye gittim. Hiç unutmam ve hâlâ aklıma geldikçe gülerim. Ulu Cami’nin Mustafa isminde bir hocası vardı; sesi gür ve güzeldi. Hatta bir sabah, ezanı öyle güzel okumuştu ki, beni ağlatmıştı. Cuma günleri vaaz verirdi. Bir Cuma, ya 26 Ağustos 1071 Malazgirt Savaşı’nın yıldönümüne rast gelmişti ya da Malazgirt Savaşı haftasıydı, tam bilemiyorum: Malazgirt Savaşı’ndan, Türklerin Anadolu’ya girişinden, Sultan Alpaslan’dan bahsediyordu. (Hocanın CHP’li, yani solcu olduğu söylenirdi!) Hoca; gerçekten öyle mi biliyordu, yoksa takıntı mı yapmıştı, bilemiyorum? Her Alpaslan dediğinde peşine Türkeş’i ilave ediyordu. Bunu en az üç defa tekrarladı; herhalde farkında değildi. Tabii ben de, her Alpaslan Türkeş dediğinde, içimden gülüyordum.