Arşivimdeki eski makaleleri gözden geçirirken, Tercüman gazetesinin 22-23 Ağustos 1979 tarihli nüshalarından kestiğim “1400’ün Eşiğinde” başlıklı bir röportaj elime geçti.
Röportaj, sayın Yaşar Nuri ÖZTÜRK tarafından rahmetli Prof. Dr. Necmettin HACIEMİNOĞLU ile yapılmış. Röportajın ana konusu “Türk Dili” üzerinedir. Yazıyla ilgili kendi görüşlerim yerine, röportajdan bazı alıntılar yaparak, sizlere Rahmetli HACIEMİNOĞLU’nun görüşlerini aktarmak istiyorum.
“…Türk dili tarih itibariyle dünyanın en eski dillerinden biridir. Grameri, lugatı teşekkül etmiş bir yazı dili olarak da tarihi M.Ö. bin yıllarına kadar götürülebilir. Fakat elimizdeki ilk yazılı metin miladi 7.asra rastlamaktadır. Göktürk ve Orhun abideleridir bunlar… 10.Asırda Türkler Müslümanlığı toplu halde kabul ettikten sonra metinlerde birden büyük bir artış görülüyor. Hudutsuz bir artış. Bu artışa paralel olarak, Türk diliyle yazılmış eserlerin nevinde de çoğalma görülür. Bu ilk İslâmi dönemin eserleri felsefî, ilmî ve dinî mahiyettedir. Daha sonra bunu edebi eserler takip eder… Türkler, İslâmiyetin kabulüyle birden manevi sahaya dalmışlardır… Türkler, İslâmiyeti kabul ettikten bir asır gibi kısa bir zaman sonra Kuran-ı Kerim’in tamamını Türkçeye tercüme etmişlerdir. 1067-1070 yıllarıdır bu.
… Bilinen tercümenin bir heyetçe yapıldığıdır… Kuran-ı Kerim’i tercüme etmişlerdir. Kuran-ı Kerim gibi hem Allah kelamı, hem de Arap dilinin abidesi bir kitabı tercüme edebilmek, hem Arapçayı iyi bilmeyi hem de nakledilen dile hakimiyeti gerektirir. O günkü Türkçenin imkânları böyle bir tercümeye müsait olmalı ki, bu yapılabilmiştir… O günkü Türk âlimleri böyle bir tercümeye girişerek Türkçenin imkânlarını geliştirmek cehdi içine girmişlerdir. Hangi şekilde ele alınırsa alınsın İslâmiyetin Türkçe üzerindeki müsbet tesiri inkâr edilemez.
İkinci olarak da İslâm düşünce ve felsefesine bağlı olarak pek çok felsefî ve tasavvufî eser vücuda gelmiş, bunlar da Türk dilinin İslâmiyetin ihata ettiği kavramları ifade etmesini temin için dilin imkân ve ufuklarının genişletilmesine sebep olmuştur… Üçüncü olarak da… Tercümeler de bir dilin gelişmesinde önemli rol oynarlar… Bu tercümeler hem dili geniş halk kitleleri arasında yaymış, hem de asırlarca bütün Türk dünyasında İslâmi mefhumların yerleşip yaşamasına hizmet etmiştir. Daha sonra bu Kısasul Enbiyaların oynadığı rolü Yunus Emre Divanı ve Mevlid oynayacaktır…
Hatta Arapça ve Farsçadan daha büyük rolü olmuştur denebilir… Hiçbir dilde, İslâmiyeti geniş kitleler arasına yayan ve hazmettirerek, öğreterek yayan böyle bir vasıtalar serisi yoktur… Türkçenin İslâma hizmeti öteki dillerden çok fazladır…
Mevlid nedir? İslâmı, en mükemmel ve müessir şekliyle anlatan bir eser. Toplum bununla İslâmî eğitime tabi tutulmuş asırlarca… Bu yolla İslâm sadece bilgi olarak değil, aşk, amel ve heyecan olarak veriliyor... Bu keyfiyet yalnız Türk insanınca yaşatılmıştır.
Dil, yani konuşma, Cenab-ı Hakkın en şerefli mahlûk kabul ettiği insana verilmiş bir kabiliyettir… Dilin birinci vasfı bilginin, duygunun, düşüncenin taşıyıcısı olmasıdır. Dil denen vasıta olmadan medeniyete vücut veren duygu, düşünce ve bilgi olamaz. Dil, kültür ve medeniyetten ayrılmayınca tarihten ayrılmaz; tarihten ayrılmayınca milletten ayrılmaz. O bir vasıtadır, alettir… Bugün Türk dilini Türk tarihinden, Türk kültür ve medeniyetinden koparma gayretleri var. Bu gayretler tesadüfî ortaya çıkmış değildir. Planlı bir ihanet ve tahribin sonucudur. Çünkü Türk dilini Türk kültür ve medeniyetinden koparırsak ortada ne Türk Milleti ne de Türk tarihi kalır.
Hatta bir dil felaketi var… Türk aydını muayyen bir kaç kelimeyle düşünmek mecburiyetinde bırakılmıştır... Bugün Türk dili bir yandan budanıyor, fakirleştiriliyor, kısırlaştırılıyor. Bir yandan da devlet kapısında hor görülüyor… Türk çocuklarına ısrarlı bir şekilde yabancı dil gösteriliyor, onun propagandası yapılıyor… Bunun manası şudur: Türk dilinin hiçbir kıymeti kalmamıştır. Sadece sokakta, pazarda işe yarar.”
… İblisçe hazırlanan bir plandı bu ve hedefi şuydu: Birincisi; Türk milletini, Türk nesillerini kendi tarihinden kesin olarak koparmak… İkinci hedef; Türkiye Türklüğünü dünya Türklüğünden koparmaktı… Ve bunlarla müşterek değerlerimizin en emini dildi… Üçüncü hedefleri de şudur; Türk nesillerinin zihnini, düşünce kabiliyetini, sanat kabiliyetin dumura uğratmak…
Bir defa Türk aydınına yaşamının birinci şartının Türk dilini muhafaza etmek olduğu iyice anlatılmalıdır... Türkçeye ihanet, devlete ve vatana ihanetten çok daha vahimdir… Bir insanın Türk olduğunun ispat etmesi evvel emirde Türkçe bilmesiyle mümkündür. Kelimelerin arkasında bir şuur yatar, bir tarih yatar, hatıralar, renkler, şekiller yatar… Kelimeler sadece lügat değildir. Her kelime bir tarihtir, bir sihir taşıdır… Kelime gidince onunla birlikte mefhumlar, hacim, seciye gidiyor… Türkçede şeref, haysiyet, izzeti nefis, gurur, kibir, onur olmak üzere altı kelime var. Bunların her birinin delâlet ettiği mefhum başkadır… bu altı kelimenin yerine bir tek kelime koyuyorlar: Onur…
… Onur kelimesi kültürümüzün en güçlü beş kelimesini saf dışı ediyor, dedik. Şimdi bakın ne oluyor. Şerefi için ölen bir adam, şeref kelimesini unutup onurla başbaşa kalınca artık onur için ölmez. Bakın bir kelime bir seciyeyi, bir dünya görüşünü yok etti.
… Dilimizi yıkmak için kalem oynatanlar taltif ediliyorken, onu yaşatmak için seferber olanların ihmal edilmesi büyük bir gaflettir. Ve unutmayalım ki, ihanet gafletten yardım gördükçe beslenir. Rahmetli Peyami Safa, hainler ve gafiller diye tasnif yapardı… Türkiye’nin derdi hainlikten çok gafillikten çıkmaktadır. 1950’den beri iktidar olanlar tarih şuuru taşıdıklarına inandığımız gruplardı. Ne yaptılar? Hiç. Hiçbirisi dil meselesinin, bu ölüm kalım meselesinin önemini kavrayamadı, tedbir alamadı. Söylenenleri dinlemediler çünkü. Bizde ideal ve sermaye ile aksiyon asla bir araya gelemiyor. İlim, ideal, sermaye birleşip hizmete geçmedikçe hiçbir şey yapılamaz. Bugün temenni ve lafla iş görülemez artık.”
Röportaj genel hatları ile bu şekilde. Faydalandığınızı umarım.