Dinî çevrelerde en çok tartışılan konuların başında, halk arasında “alın yazısı” da denilen “kader” gelmektedir. Kader konusuna girmeyeceğim, ancak şu kadarını söyleyeyim: İyi ki insanlar, Allah’ın kendileri hakkında yazdığı / belirlediği kaderi bilmiyorlar. Eğer bilselerdi, her halde hayatları daha sıkıntılı, sorunlu veya riskli olur, yaşamın tadını almazlardı. Düşünsenize; ölüm (ecel) tarihimizi bilseydik, ne yapardık acaba!..
İnsanlara akıl verildiği için bazı alimler: “İnsanların kendi kaderlerini kendilerinin yazdığını” söylemektedirler. Doğru, kaderimizde neler olduğunu bilmiyoruz: Dolayısıyla yaşadığımızı kendi aklımızla, kendi irademizle verdiğimiz kararlara göre yaşıyoruz. Yani yaşadıklarımız, bir anlamda Tanrı’nın hakkımızda yazdığı kaderimiz oluyor. Milletlerin de ortak kaderleri vardır, ama bu kader daha çok yöneticilere bağlı olarak gerçekleşmektedir.
“Türk Tarihi”ni yüzeysel değil de biraz derinlemesine okursanız, “Türk insanı”nın çektiği acıları, zulümleri, işkenceleri, ölümleri görürsünüz. Hep mahkûm ve mazlum milletlere yardım edelim derken; kendimiz mazlum, mahkûm, sürgün, kıyım, soykırım, zulüm görmüşüz. 21.yüzyıldayız, hâlâ bu acı olaylar devam ediyor. Ama konu “Türkler” olunca, bırakın Birleşmiş Milletleri, İslâm ülkelerinden bile ses çıkmıyor. Hele “Siyasal İslâmcılarımız” hiç dert edinmiyorlar. Onlar için varsa-yoksa Filistin, Gazze, Kudüs vs…
Evet, Türk Milleti konar-göçer bir hayatı sevmektedir. Yeni yeni yerler görmekten, yeni yeni yurtlar edinmekten hoşlanıyorlar. Bugün de dünyanın her yerinde Türkler yok mu? Şöyle bir cümle okumuştum: “Türklerin tarih boyunca göç ve göçmenlik kaderi olmuştur.” Aslında bundan bin yıllar öncesini düşünürseniz, dünya bomboştu: Bugün ki gibi şehirler, kasabalar, köyler çok değildi. Bazı tarihçiler, “Türkler geldiğinde Anadolu’nun nüfusunun 2,5 milyon olduğunu” söylerler. (Bu arada şunu da belirtelim: Biz Anadolu’yu Bizanslılardan aldık.)
Türk Milleti’nde her zaman bir fetih ruhu vardı: İslâm olmadan önce de vardı. Bu fetih ruhu, -dünyanın her yönüne olmakla birlikte- çoğunlukla batıya doğruydu. Zaman zaman yerler, şehirler değişse de “Kızılelma”mız batıya yönelikti. Ne zaman ki insanlar çoğaldı ve dünya dolmaya başladı, toprak ve yurt kavgaları da arttı. Hele ki yeraltındaki zengin kaynaklar tespit edildi, savaşların şekli de değişti. “Sıcak savaş”larda insanlıkla bağdaşmayan silahlar kullanıldı, hâlâ da kullanılıyor…
Sulh dönemleri sayılan “soğuk savaş” yıllarında ise fikirler, düşünceler, ideolojiler, teknolojik ve biyolojik savaşlar yapıldı, yapılıyor. Güçlü devletler bu yola tevessül ettiler. 20. ve 21.yüzyılda hedef ülkelere ajanlar, misyonerler görevlendirdiler veya içerden adamlar satın aldılar. Terör örgütleri ve karşıt gruplar oluşturdular. Medyayı kullandılar, algı operasyonları uyguladılar. Ülkeleri içten ele geçirmeye çalıştılar.
Bir önceki devletimiz olan “Osmanlı Devleti”, zamanla bir “Cihan İmparatorluğu” olmuştu. Ancak, özellikle son zamanlarında kimlik ve kişilik sorunu yaşandı. Aydınlar, devleti kurtaracak çareler aradılar. Yusuf Akçura, 1904 yılında yazdığı “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesi ile “Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük” konularını tartışmaya açtı.
Osmanlı Devleti’nin zayıflayıp fethettiği topraklardan geri çekilmeye başladığı bu dönemlerde; yıllardır beslediğimiz, güvenliklerini sağladığımız, uğurlarında can verip “şehit olduğumuz” milletler, bizi arkadan vurdu. Balkanlarda Müslüman Arnavutlar ile Ortadoğu ve Arabistan’da Müslüman Araplar da dahil “Türk ve Müslüman olmayan” tüm unsurlar aleyhimize çalıştılar, ayrı baş çektiler. Osmanlı; bu zor günlerinde ve zor şartlarda malıyla, canıyla Kabe’ye, Mekke’ye, Medine’ye, kısacası Arabistan’a ve “kavm-i necip” dediğimiz Araplara hizmet ederken, ihanetle karşılaştı. Irak Cephesi’nde 18 Mart 1916’da şehit düşen dedemle ilgili araştırma yaparken; askerlerimizin cephelerde nasıl şehit olduklarını, kaybolduklarını, esir düştüklerini, Arap kabileler tarafından öldürüldüklerini “içim acıyarak” okudum. Bazılarınız “İngilizler kandırmış” diyeceksiniz, ama gerçekçi olalım: Bu duruma her iki taraf için de kader diyebilir miyiz?..
1914-1918. Birinci Dünya Savaşı. Osmanlı’nın genel seferberlik ilân ettiği bu yılları dedelerinizden, büyüklerinizden duymuşsunuzdur: Ülkede çocuk, kadın ve yaşlılardan başka erkek kalmamış. Hastalıklardan ölenler de cabası… Ve eğitimsiz bir toplum…
Anadolu’ya göçler
Sosyal medyada; “1989 yılında Bulgar zulmünden kaçan Türkler, ülkeye toprakları öperek girdiler. Çadırlarda ve barınaklarda kaldılar. Hiçbirine maaş bağlanmadı. Hepsi kendi alın teriyle çalışarak paralarını, rızıklarını kazandılar.” diye fotoğraflı kısa bir metin dolaşıyor, görmüşsünüzdür. Komünist Jivkov yönetimi, Türkleri Bulgaristan’dan uzaklaştırmak ya da asimile etmek istedi. Türk damgası taşıyan cami, medrese, çeşme, köprü, han vb. her şeyi yok etti. Türklerin adları zorla değiştirilerek Bulgar adı almaları için baskı yapıldı. Dini faaliyetler yasaklandı ve Türkçe konuşanlar hapse atıldı. Bütün bu olaylar sonucunda trenlere doldurulan yaklaşık 320.000 kişi Türkiye’ye zorunlu göç ettirildi.
Göçün 30.yıldönümü sebebiyle bir hatıramı anlatmak isterim: MEB. İşletmeler Dairesi Başkanlığı Şube Müdürü iken; “bünyesinde döner sermaye işletmesi bulunan” okulların müdür, teknik müdür yardımcıları ve döner sermaye saymanlarına kurslar veriyorduk. Bu kurslarda bazen eğitim görevlisi bazen de eğitim yöneticisi olarak görev alıyordum. 1989 yılı Ağustos ayında Tekirdağ Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi’nde açılan döner sermaye kursuna gitmiştik. Kurs iki haftaydı. Birinci haftanın sonunda Cumartesi veya Pazar günü idi, otobüsle çevre gezisi düzenledik. Edirne’ye de gittik: Selimiye Camisi’ni ve şehri gezdikten sonra, Edirne Tren garına uğradık. Çünkü Bulgaristan’dan göçler devam ediyordu ve yeni bir tren geleceğini duymuştuk. Gelenlerin hem durumlarını görmek hem de elimizden geldiğince teselli etmek istedik. İstasyona vardığımızda tren yeni gelmişti ve perişan halde yolcular iniyorlardı. Trenden inen önce toprağı öpüyordu. Çoğunun yanında birer bohçası vardı, eşya getirme imkânları bile olmamıştı. Bazıları ile konuşarak Bulgaristan’daki durum hakkında bilgi edinmiştik.
Bulgaristan’dan göçen Türklere sosyal yardım yapılmadı, ihtiyaçları karşılanmadı. Hastanelerden bedava yararlanmaları sağlanmadı. Şikayetçi olmadılar, olay çıkarmadılar. Cami önlerinde, cadde ve sokaklarda dilenmediler. Bazıları çadırlarda yaşadı, bazıları kendi imkânları ile kiralık eve taşındı. Bazıları da akrabalarının olduğu şehirlere gittiler, çalıştılar. Evlerinin önündeki küçücük toprak parçasını ekerek ve elde ettikleri ürünü satarak rızıklarını sağladılar. Balkanlar’dan, Kafkasya’dan, Kırım’dan, Ahıska’dan zorunlu göçler sebebiyle ülkemize gelenler hep böyle yaptılar. Çünkü Türkler onurlu bir millettir; dilenmezler, hak etmediklerini almazlar, kimsenin ekmeğinde gözleri olmaz.
Hatırlayın aynı dönemde Irak’tan göçenler vardı. Şimdi Suriye’den gelenler… Bunlar ne yapıyorlar? Hepinizin malûmu!.. Bir de bayrama Suriye’ye gidip geliyorlar. Aklımızla alay ediyorlar. Tabii ki suç onlarda değil, bugüne kadar yanlış politika uygulayanlar da… Sormak isterim: Süleyman Şah’ın türbesi ne oldu?.. Yoksa, “Süleyman Şah’ın kaderiymiş” deyip sorumluluktan kurtulacağımızı mı zannediyoruz?
Tarih boyunca hep kırılmışız. Şehitler vermişiz. Hatta birbirimizi kırmışız. Bugün de Irak’ta, Suriye’de şehitler vermeye devam ediyoruz. Önceliğimiz Ülkemizin güvenliği ama, uygulanan yanlış politikaları da göz ardı edemem. “Şehitlik yüksek bir mertebe” olsa da, kader mi sayacağız? Esas olan, Şeyh Edebali’nin ifadesiyle “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.”